AKILSIZ KURAN’I
NASIL YORUMLAR?
Andolsun, Biz bu
Kur'an'da çeşitli açıklamalar yaptık, öğüt alıp-düşünsünler diye. Oysa bu,
onların daha uzaklaşmalarından başkasını arttırmıyor. (İsra Suresi, 41)
HARUN YAHYA
(ADNAN OKTAR)
www.harunyahya.org - www.harunyahya.net
www.harunyahya.tv
- www.a9.com.tr
YAZAR ve ESERLERİ
HAKKINDA
Harun Yahya müstear ismini kullanan yazar Adnan
Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara'da
tamamladı. Daha sonra İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğrenim gördü.
1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok eser
hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını,
iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık
bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri bulunmaktadır.
Harun Yahya'nın eserleri yaklaşık 40.000 resmin
yer aldığı toplam 55.000 sayfalık bir külliyattır ve bu külliyat 73 farklı dile
çevrilmiştir.
Yazarın müstear ismi, inkarcı düşünceye karşı
mücadele eden iki peygamberin hatıralarına hürmeten, isimlerini yad etmek için
Harun ve Yahya isimlerinden oluşturulmuştur. Yazar tarafından kitapların
kapağında Resulullah'ın mührünün kullanılmış olmasının sembolik anlamı ise,
kitapların içeriği ile ilgilidir. Bu mühür, Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son
kitabı ve son sözü, Peygamberimiz (sav)'in de hatem-ül enbiya olmasını
remzetmektedir. Yazar da, yayınladığı tüm çalışmalarında, Kuran'ı ve
Resulullah'ın sünnetini kendine rehber edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce
sistemlerinin tüm temel iddialarını tek tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen
itirazları tam olarak susturacak "son söz"ü söylemeyi
hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet ve kemal sahibi olan Resulullah'ın mührü,
bu son sözü söyleme niyetinin bir duası olarak kullanılmıştır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın
tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı, birliği ve
ahiret gibi temel imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarcı
sistemlerin çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne sermektir.
Nitekim Harun Yahya'nın eserleri Hindistan'dan
Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya, Polonya'dan Bosna Hersek'e, İspanya'dan
Brezilya'ya, Malezya'dan İtalya'ya, Fransa'dan Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar
dünyanın daha pek çok ülkesinde beğeniyle okunmaktadır. İngilizce, Fransızca,
Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça,
Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca, Malayca, Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince,
Kishwahili (Tanzanya'da kullanılıyor), Hausa (Afrika'da yaygın olarak
kullanılıyor), Dhivelhi (Mauritus'ta kullanılıyor), Danimarkaca ve İsveçce gibi
pek çok dile çevrilen eserler, yurtdışında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından
takip edilmektedir.
Dünyanın dört bir yanında olağanüstü takdir
toplayan bu eserler pek çok insanın iman etmesine, pek çoğunun da imanında
derinleşmesine vesile olmaktadır. Kitapları okuyan, inceleyen her kişi, bu
eserlerdeki hikmetli, özlü, kolay anlaşılır ve samimi üslubun, akılcı ve ilmi
yaklaşımın farkına varmaktadır. Bu eserler süratli etki etme, kesin netice
verme, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik özellikleri taşımaktadır. Bu eserleri
okuyan ve üzerinde ciddi biçimde düşünen insanların, artık materyalist
felsefeyi, ateizmi ve diğer sapkın görüş ve felsefelerin hiçbirini samimi
olarak savunabilmeleri mümkün değildir. Bundan sonra savunsalar da ancak
duygusal bir inatla savunacaklardır, çünkü fikri dayanakları çürütülmüştür.
Çağımızdaki tüm inkarcı akımlar, Harun Yahya Külliyatı karşısında fikren mağlup
olmuşlardır.
Kuşkusuz bu özellikler, Kuran'ın hikmet ve anlatım
çarpıcılığından kaynaklanmaktadır. Yazarın kendisi bu eserlerden dolayı bir
övünme içinde değildir, yalnızca Allah'ın hidayetine vesile olmaya niyet
etmiştir. Ayrıca bu eserlerin basımında ve yayınlanmasında herhangi bir maddi
kazançhedeflenmemektedir.
Bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda,
insanların görmediklerini görmelerini sağlayan, hidayetlerine vesile olan bu
eserlerin okunmasını teşvik etmenin de, çok önemli bir hizmet olduğu ortaya
çıkmaktadır.
Bu değerli eserleri tanıtmak yerine, insanların
zihinlerini bulandıran, fikri karmaşa meydana getiren, kuşku ve tereddütleri
dağıtmada, imanı kurtarmada güçlü ve keskin bir etkisi olmadığı genel tecrübe
ile sabit olan kitapları yaymak ise, emek ve zaman kaybına neden olacaktır.
İmanı kurtarma amacından ziyade, yazarının edebi gücünü vurgulamaya yönelik
eserlerde bu etkinin elde edilemeyeceği açıktır. Bu konuda kuşkusu olanlar
varsa, Harun Yahya'nın eserlerinin tek amacının dinsizliği çürütmek ve Kuran
ahlakını yaymak olduğunu, bu hizmetteki etki, başarı ve samimiyetin açıkça
görüldüğünü okuyucuların genel kanaatinden anlayabilirler.
Bilinmelidir ki, dünya üzerindeki zulüm ve
karmaşaların, Müslümanların çektikleri eziyetlerin temel sebebi dinsizliğin
fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın yolu ise, dinsizliğin fikren mağlup
edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya konması ve Kuran ahlakının, insanların
kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde anlatılmasıdır. Dünyanın günden güne daha
fazla içine çekilmek istendiği zulüm, fesat ve kargaşa ortamı dikkate
alındığında bu hizmetin elden geldiğince hızlı ve etkili bir biçimde yapılması
gerektiği açıktır. Aksi halde çok geç kalınabilir.
Bu önemli hizmette öncü rolü üstlenmiş olan Harun
Yahya Külliyatı, Allah'ın izniyle, 21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da
tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete, güzellik ve mutluluğa
taşımaya bir vesile olacaktır.
İÇİNDEKİLER
YARATILIŞ GERÇEĞİ............................................................ 10
GİRİŞ......................................................................................... 33
KURAN'I YANLIŞ YORUMLAMA NEDENLERİ................. 37
Önyargı, artniyet ve samimiyetsizlik.......................................................... 37
Müteşabih ayetlerle muhkem ayetleri karıştırmak...................................... 39
Bediüzzaman Said Nursi'nin müteşabih ayet ve
hadislerle ilgili açıklamaları........................................................................ 40
hadislerle ilgili açıklamaları........................................................................ 40
Elmalılı Hamdi Yazır'ın müteşabih ayet ve
hadislerle ilgili açıklamaları........................................................................ 43
hadislerle ilgili açıklamaları........................................................................ 43
Kuran'ı yorumlamayı bilmemek................................................................. 44
Arapça bilmemek....................................................................................... 46
Allah Katından bir akıl ve anlayış verilmemiş olması................................ 48
Düşünmemek............................................................................................. 50
Kibir ve büyüklenme.................................................................................. 52
Kuran'ı, Kuran'a ve Sünnete uygun olmayan
hurafelerle ve
bidatlarla yorumlamaya kalkmak............................................................... 54
bidatlarla yorumlamaya kalkmak............................................................... 54
Kuran'ın bilimsel ayetlerini kavrayamamak............................................... 55
İçinde yaşadığı düzenin yanlış ölçülerine göre
Kuran'ı yorumlamak.................................................................................. 59
Kuran'ı yorumlamak.................................................................................. 59
KURAN'I YANLIŞ YORUMLAMA ÖRNEKLERİ................. 61
Cennette şarap içilmesiyle ilgili ayetleri yanlış
anlama............................... 61
Şarap konusuyla ilgili bir başka yanlış yorumlama................................... 64
"Domuz eti bugünkü sağlık
koşullarında yenebilir" yanılgısı................................................................. 66
koşullarında yenebilir" yanılgısı................................................................. 66
Kıssalardaki hikmetleri anlayamama......................................................... 72
Kuran'ı diğer İlahi kitapların benzeri sanma
yanılgısı................................ 74
Kuran'daki bilimsel gerçeklerin eski
medeniyetlerin bilgilerinden derlendiği yanılgısı......................................... 80
medeniyetlerin bilgilerinden derlendiği yanılgısı......................................... 80
Kuran Araplara indirilmiştir yanılgısı........................................................ 82
Allah'ın Kendi Zatı için "Biz" hitabını
kullanmasını yanlış yorumlama................................................................. 84
kullanmasını yanlış yorumlama................................................................. 84
Kuran'da verilen örnekleri anlayamama..................................................... 86
Kuran'daki tekrarları anlayamama............................................................. 87
Kuran'ın üslubunu anlayamama ................................................................ 88
Altı günde yaratılış konusu........................................................................ 90
"Haman" ismi hakkındaki akıl dışı
spekülasyonlar.................................... 92
Nuh Tufanı hakkındaki akıl dışı spekülasyonlar........................................ 95
SONSÖZ ................................................................................... 99
EVRİM YANILGISI............................................................... 101
YARATILIŞ GERÇEĞİ
Foklar kalabalık sürüler halinde yaşarlar. Nasıl
olup da bu kalabalık sürünün içinde anne fok yavrusunu tanır? Diğer pek çok
canlı gibi anne fok da, doğumdan sonra yavrusunu koklar, dokunur. Bu sayede
yavrusunun kokusunu tanır ve onu başka yavrularla hiç karıştırmaz. Allah her
canlıyı ihtiyacı olan özelliklerde yaratandır.
www.unludarwinistyalanlar.com
Gaybın anahtarları O'nun Katındadır, O'ndan başka
hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin
bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta
olmamak üzere hepsi (ve herşey) apaçık bir kitaptadır. (Enam Suresi, 59)
Büyüme hormonu vücutta hangi bölgelerin
genişlemesi gerektiğini adeta bilir. Vücut da derhal hormonu tanıyarak
kendisinden beklenen hareketi yapar. Büyüme hormonu kemiğe ulaştığında kemik
hemen genişlemeye başlar. Küçük bir bebeğin vücudunun zamanla orantılı şekilde
büyümesi de Allah’ın bu hormonu vesile etmesi sayesindedir.
www.yaratilismuzesi.com
Anne ayı yuvanın tavanını kimi zaman 75 cm'den
başlamak üzere 2 m'ye kadar varan bir kalınlıkta inşa eder. Araştırmacılar
yuvalardaki ısıyı ölçmüş ve hayli ilginç bir durumla karşılaşmıştır. Dışarıdaki
ısı -30 dereceye kadar düşerken, yuva içindeki ısı 2 ya da 3 derecenin altına
hiç düşmemiştir. Bütün bunları kutup ayısına öğreten herşeyi bilen üstün güç
sahibi Allah'tır.
Göklerde ve yerde olanların tümü Allah'ı tesbih
etmiştir. O, üstün ve güçlü (aziz) olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. Göklerin
ve yerin mülkü O'nundur. Diriltir ve öldürür. O, herşeye güç yetirendir. (Hadid
Suresi, 1-2)
İnsan vücuduna her gün çok sayıda mikrop girer. Bu
mikroplar savunma sisteminin ilk aşamasında etkisiz hale getirilmeye çalışılır.
Ancak engellenemeyen bazı mikroplar ve yabancı maddeler dolaşım sistemine
girerek yaşamsal tehlike oluşturabilir. Her insanın sahip olduğu savunma
sistemi Allah’ın rahmetinin bir delilidir.
Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt
alıp-düşünmez misiniz? (Nahl Suresi, 17)
www.darwinnedenyanildi.com
İnsan burnunda 1000 civarında değişik koku
reseptörü vardır. Bu sayede 10.000'den fazla farklı kokuyu algılayabilirsiniz.
Örneğin bir muzu, elmayı ya da bir portakalı kokladığınızda o kokuyu
algılamanızı sağlayan moleküller koku reseptörleriyle birleşir ve meyvelere ait
kodu oluşturur. Hafızanızda çoktan var olan bu kod, kokladığınız şeyin hangi
meyve olduğunu size tekrar hatırlatır. Allah insan bedeninde yarattığı mükemmel
sistem ile bize yaratma sanatını tanıtır.
www.yenibilgiyenikonu.com
Evrendeki uyumu sağlayan en dikkat çekici
konulardan biri de simetridir. Doğada gördüğümüz herhangi bir şey; örneğin bir
tohum, bir meyve ya da herhangi bir yaprak incelenecek olursa yapılarındaki
simetrinin varlığı hemen görülecektir. Kelebeklerin her iki kanadında da aynı
renk tonu ve aynı desen vardır. Bir kanatta bulunan desen diğer kanatta da aynı
yerde olacak şekilde mevcuttur. Canlılardaki benzersiz düzenlilik ve muhteşem sanat Allah’ın üstün yaratmasıdır.
www.Kurandaadigecencanlilar.com
Uçan balıklar, kuyruk yüzgecinin çok hızlı
hareketiyle sudan dışarıya fırlayan ve belirli bir mesafe süzüldükten sonra
yeniden yavaş yavaş suya düşen balıklardır. 100 milyon yıldır en küçük bir
değişikliğe dahi uğramayan bu balıklar, evrimcilerin canlıların kökeni ve
tarihi hakkındaki tüm iddialarını yerle bir etmektedirler.
Uçan Balık
Dönem: Mezozoik zaman, Kretase dönemi
Yaş: 95 milyon yıl
Bölge: Lübnan
Günümüzde sadece iki familyası soyunu devam
ettiren mersin balıkları hep mersin balığı olarak var olmuşlardır. Başka bir
canlıdan türememiş, başka bir canlıya da dönüşmemişlerdir. Bu gerçeğin teyidi
olan fosil bulguları, diğer tüm canlılar gibi mersin balıklarının da evrim
geçirmediklerini söylemektedir.
Mersin Balığı
Dönem: Mezozoik zaman, Kretase dönemi
Yaş: 144 - 65 milyon yıl
Bölge: Çin
Orta büyüklükte bir ağaç olan çitlembikler
ortalama 10-25 metre uzunluğundadırlar. Bulunan tüm çitlembik fosilleri, bu
bitkinin günümüzdeki örnekleriyle bundan on milyonlarca yıl önce yaşamış
örneklerinin tamamen birbirinin aynı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu aynılık,
evrim iddiasını yerle bir etmektedir.
Çitlembik Yaprağı
Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 45 milyon yıl
Bölge: Green River Oluşumu, Wyoming, ABD
Fosil kayıtları diğer canlılar gibi bitkilerin de
herhangi bir evrim sürecinden geçmediğini ispatlamıştır. 300 milyon yıl önce
yaşamış olan eğrelti otları gerek görünüm gerekse yapı olarak bugünkü eğrelti
otlarının tamamen aynısıdır. Bu aynılık, evrimi geçersiz kılmakta, Yaratılış'ın
bilimsel ve açık bir gerçek olduğunu ortaya koymaktadır.
Eğrelti Otu
Dönem: Paleozoik zaman, Karbonifer dönemi
Yaş: 300 milyon yıl
Bölge: İngiltere
Eklembacaklılar filumuna dahil olan at nalı
yengeçleri, Chelicerata (kelikeserliler) alt filumuna dahildirler ve örümcekler
ve akrep familyalarına daha yakındırlar. Resimde görülen 150 milyon yıl
yaşındaki at nalı yengeci fosili, Yaratılış'ın açık bir gerçek olduğunu,
evrimin hiçbir zaman yaşanmadığını bir kez daha teyit etmektedir.
At Nalı Yengeci
Dönem: Mezozoik zaman, Jura dönemi
Yaş: 150 milyon yıl
Bölge: Solnhofen, Almanya
Bundan 100 milyon yıl önce yaşayan vatoz
balıklarının sahip oldukları tüm özelliklere günümüzdeki vatoz balıkları da
sahiptir. Bunun anlamı ise, vatozların aradan geçen 100 milyon yıla rağmen hiç
değişmedikleri, yani evrim geçirmedikleridir.
www.proteinolusumu.com
Vatoz
Dönem: Mezozoik zaman, Kretase dönemi
Yaş: 100 milyon yıl
Bölge: Lübnan
Elde edilen sayısız fosil örneği her bir bitkinin
kendisine has özelliklerle yaratıldığını ve var olduğu müddet boyunca herhangi
bir değişime uğramadığını göstermektedir. Bu gerçeği gösteren bulgulardan biri
de resimde görülen 54 - 37 milyon yıllık dallarıyla birlikte karaağaç yaprağı
fosilidir.
www.Darwinistlerbizesorun.com
Dallarıyla Birlikte Karaağaç Yaprağı
Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 54 - 37 milyon yıl
Bölge: Cache Creek Oluşumu, Kanada
Darwinistler canlıların sürekli olarak
değiştiklerini, yani evrim geçirdiklerini söylemektedir. Fosiller ise,
canlıların var oldukları ilk andan itibaren hiç değişmediklerini
göstermektedir. Bunun anlamı ise açıktır: Canlılar evrimleşmemiş, Yüce Allah
tarafından yaratılmışlardır.
www.evrimteorisi.info
Eğrelti Otu
Dönem: Paleozoik zaman, Karbonifer dönemi
Yaş: 300 milyon yıl
Bölge: İngiltere
Kambur sinekler milyonlarca yıldır aynı yapılarını
korumaktadırlar. 45 milyon yıllık amber de bu gerçeğin kanıtlarındandır. Eğer
bir canlı 45 milyon yıldır en küçük bir değişikliğe dahi uğramamışsa, o
canlının evrim geçirdiğinden bahsetmenin hiçbir imkanı yoktur. Fosiller evrimcilerin
yalan söylediklerinin en önemli göstergesidir.
Kambur Sinek
Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 45 milyon yıl
Bölge: Rusya
Fosillerin gösterdiği gibi, günümüzde yaşayan
böcek türlerinin hepsi var oldukları ilk andan itibaren bugünkü kusursuz
yapılarına sahiptir, aşama aşama gelişmemiş ve hiçbir zaman değişime
uğramamışlardır. Bu gerçeğin delillerinden biri de, resimde görülen amber
içindeki 50 milyon yıllık bitki piresidir.
Bitki Piresi
Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 50 milyon yıl
Bölge: Polonya
Yaklaşık 95 milyon yıllık fosilleri bulunan
manolyalar, var oldukları ilk andan itibaren hep manolya olarak var olmuşlar,
herhangi bir başka bitkiden türememişler, bir başka bitkiye de
dönüşmemişlerdir. Fosil kayıtları bu gerçeğin en önemli delilleridir. Resimde
görülen fosil ise yaklaşık 50 milyon yıl yaşındadır.
www.bitkilerevrimicurutuyor.com
Manolya Yaprağı
Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 54 - 37 milyon yıl
Eğer bir canlı 50 milyon yıl boyunca en küçük bir
değişiklik dahi geçirmiyorsa, bu canlının evrimleştiğinden bahsetmek asla
mümkün değildir. Aşağıdaki karaağaç yaprağı fosilinin gösterdiği bu bilgi, tüm
canlılar için geçerlidir. Canlılar rastgele tesadüfler sonucu evrimleşerek
meydana gelmemiş, yaratılmışlardır.
www.bocekmucizesi.com
Karaağaç Yaprağı
Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 50 milyon yıl
GİRİŞ
Kuran, alemlerin Rabbi, sonsuz ilim ve güç sahibi
olan Allah'tan insanlara bir rahmet olarak indirilmiştir. Allah insanlara bir
kitap göndermekle onlara lütfetmiştir. Allah'ın bu lütfuna samimiyet,
minnettarlık ve şükür ile karşılık verenler bu davranışlarının faydasını yine
kendileri görürler. Kuran'ı anlar, iman eder, ona tabi olur ve Allah'ın
rahmetine girerler. Dünyada da ahirette de Allah'tan güzel bir karşılıkla
mükafatlandırılırlar. Bunun aksine, art niyetli ve düşmanca bir tavırla Kuran'a
yaklaşanlar ise bunun zararını yine kendileri görürler. Kuran'ı kavrayamaz,
ondan istifade edemez, dünyada ve ahirette kayba uğrarlar. Ancak, ne Kuran'a ne
de İslam'a bir zarar veremezler.
Kuran, her insanın rahatlıkla anlayabileceği bir
kitap olarak indirilmiştir. Allah bir ayetinde, "Ey insanlar,
Rabbinizden size bir öğüt, sinelerde olana bir şifa ve mü'minler için bir
hidayet ve rahmet geldi." (Yunus Suresi, 57) buyurmaktadır. Bu ayetten
de anlaşıldığı gibi Allah'a iman eden ve vicdanına uyan her insan Kuran
ayetlerinden öğüt alabilir, ayetlerdeki emirleri en güzel şekilde yerine
getirebilir.
Ancak nefsine uyan, Allah'ın gücünü takdir
edemeyen, ahiret konusunda şüphe içinde olan insanlar, ayetleri de kendi bozuk
mantıkları doğrultusunda yanlış yorumlarlar. Allah bir ayetinde Kuran'da öğüt
alamayan bu insanların durumunu şöyle haber vermiştir:
Andolsun, Biz bu Kuran'da çeşitli açıklamalar yaptık, öğüt alıp-düşünsünler
diye. Oysa bu, onların daha uzaklaşmalarından başkasını arttırmıyor. (İsra
Suresi, 41)
Buraya kadar anlatılanlardan anlaşılacağı gibi
Kuran'ı doğru anlamak samimi olarak iman etmekle mümkündür. Allah Kuran'ı, iman
edip akleden kullarının kavrayıp öğüt alabileceği apaçık bir Kitap olarak
indirmiştir.
İnsanın imanı arttıkça aklı, samimiyeti ve Allah
korkusu da aynı derecede artar, dolayısıyla Kuran ayetlerindeki incelikleri ve
sırları daha iyi kavrar.
Henüz iman etmemiş bir kimse de, ön yargı, art
niyet taşımadan samimi bir vicdanla Kuran'a yaklaştığı takdirde, onun ilahi bir
kitap olduğunu kolaylıkla kavrar ve iman eder. Allah'ın ayetleri apaçık olduğu
için hemen onları uygulamaya geçirir. İman ettikten sonra ise imanının
derinliği, duası ve bilgisi ölçüsünde Kuran'ın sırları ve incelikleri kendisine
açılır.
İman etmeyen, Allah korkusuna sahip olmayan
kişiler ise Kuran'ı doğru kavrayamazlar. Anladıklarını sandıkları konuları ise
yanlış anlarlar. Açık ve net ifadeleri kendilerince çelişkili olarak algılarlar.
Bu tarz kişiler ne kadar zeki ne kadar bilgili ve ne kadar kültürlü olurlarsa
olsunlar, Kuran'ı ne kadar araştırırlarsa araştırsınlar Yüce Rabbimiz Allah'a
iman etmedikleri için akletme yeteneğinden yoksundurlar. İşte bu yüzden Kuran'ı
anlayamazlar.
Kuran'a karşı, kendilerince birtakım itirazlar
getiren kimselerin öne sürdükleri iddialar incelendiğinde, bunların kökeninde
önemli bir anlayış ve mantık bozukluğu olduğu görülür. Kimi zaman bir ilkokul
çocuğunun bile açık ve kolay biçimde kavrayabileceği ayetleri, nefislerine uyan
bazı kimseler kendi düşük akıllarınca çelişkili ve anlaşılmaz zannederler. Oysa
Kuran'da hiçbir çelişki yoktur. Allah Kuran'ın pek çok ayetinde inkar edenlerin
Kuran'da bildirilen örnekler için, "Allah bu örnekle neyi kastetti"
diyerek şaşırıp kaldıklarını, bu örnekleri anlayamadıklarını haber vermiştir.
Gerçekten de Kuran'da haber verildiği gibi inkar
edenler her devirde bu örnekleri kavrayamadıklarını doğrudan ya da dolaylı
olarak itiraf ederler. Bu, Kuran'ın bir mucizesidir; aynı ayeti bir mümin
rahatlıkla kavrarken, inkar eden bir kimse kavrayamamaktadır. Bu da bize
Kuran'ın anlaşılmasının veya anlaşılmamasının tamamen niyete bağlı olduğunu,
Allah'ın dilediğine anlayış verdiği gibi, dilediğini de ayetlerinden
perdelediğini göstermektedir. Bu durum bir ayette şöyle haber verilir:
Kendisine Rabbinin ayetleri öğütle hatırlatıldığı zaman, sırt çeviren ve
ellerinin önden gönderdikleri (amelleri)ni unutandan daha zalim kimdir? Biz
gerçekten, kalpleri üzerine onu kavrayıp anlamalarını engelleyen bir perde
(gerdik), kulaklarına bir ağırlık koyduk. Sen onları hidayete çağırsan bile,
onlar sonsuza kadar asla hidayet bulamazlar. (Kehf Suresi, 57)
İman eden, samimi, vicdanlı bir insan Kuran'daki
temel imani konuları, hükümleri gayet rahat anlar ve uygular. Bir hadisinde
Peygamber Efendimiz (sav)Kuran ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
Kuran, Allah Azze ve Celle'nin kelamıdır. Öyle ise
Kuran sahibi, Rabbinin, yasak ettiklerini yapmamak sureti ile ona tazim
(hürmet) etsin. (G. Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 1. cilt, Gonca Yayınevi,
İstanbul, 1997, 227/10)
İman etmeyen, samimiyetsiz, ön yargılı bir insan
ise her türlü teknik bilgiye ve mükemmel bir Arapça bilgisine sahip olsa, bir
bilim dalında otorite kabul edilse yine de Kuran'ı gerektiği gibi ve doğru
anlayamayabilir, çünkü böyle bir kimse en başta nefsine uymaktadır. Bu yüzden
de akletme yeteneğinden yoksundur. Akledemediği için de Kuran ayetlerini yanlış
anlar, ayetler hakkında çarpık ve akılsızca yorumlar yapar.
Bu kitapta, akledemeyen bu tür kişilerin, Kuran'ı
yanlış yorumlamalarının nedenleri ele alınmakta, bunların ayetler hakkında
yaptıkları akılsızca yorumlardan ve itirazlardan çeşitli örnekler incelenmekte
ve bunların tamamının cevapları verilmektedir. Bu kişilerin Kuran ayetleri hakkında
getirdikleri itirazlardan yola çıkılarak, akılsızlıkları, yargılarındaki ve
mantık örgülerindeki bozukluklar ortaya konmaktadır.
KURAN'I YANLIŞ YORUMLAMA
NEDENLERİ
Ön yargı, art niyet ve samimiyetsizlik
İnsan, art niyetli ve tek taraflı olarak Kuran'a
yaklaştığında onu anlaması mümkün değildir. Bu, Allah'ın bir kanunudur. Bir
kişi ne kadar zeki ne kadar kültürlü olursa olsun, samimiyetsiz ve art niyetli
bir bakış açısıyla Kuran'ı değerlendirdiğinde onu gereği gibi anlayamaz, doğru
yorumlayamaz ve pek çok çelişkiye düşer. Bu yüzden, Kuran'a ön yargılı, peşin
fikirli, içten pazarlıklı yaklaşan bir kişinin bu art niyetli tutumu,
kendisiyle Kuran arasında -ayetlerde bildirildiği üzere- "görünmez bir
perde" oluşturacaktır. Bu da Kuran'ı anlamasını ve kavramasını
engelleyecektir. Bu gerçek, İsra Suresi'ndeki ayetlerde şöyle ifade edilir:
Kuran okuduğun zaman seninle ahirete inanmayanlar arasında görünmez bir
perde kıldık. Ve onların kalbleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen
kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen Kuran'da sadece Rabbini
"bir ve tek" (ilah olarak) andığın zaman, 'nefretle kaçar vaziyette'
gerisin geriye giderler. (İsra Suresi, 45-46)
Kuran tüm insanlığı doğruya çağıran bir davettir,
ancak Kuran'ı sadece iman edenler gereği gibi kavrayabilirler. Müminlerin
Kuran'ı anlamalarındaki en önemli vasıfları ise vicdan ve samimiyetleridir.
Müminlerden farklı bir ruh haline ve karaktere sahip din ahlakından uzak
kimselerin Kuran'ı anlayamamaları da gayet doğaldır.
Kuran, son derece açık, sade ve anlaşılır bir dile
sahiptir, ama dediğimiz gibi ancak samimi ve vicdanlı kimselerin
anlayabilecekleri özellikte bir Kitaptır. Henüz İslam'la tanışmamış, iman
etmemiş herhangi bir insan, açık bir kalple, ön yargısız ve samimi olarak yaklaştığında,
taşıdığı bu mümin vasıfları nedeniyle Kuran'ın Yüce Allah'ın sözü olduğunu
vicdanıyla fark edecektir. Zira, gerek üslubundaki heybet, mükemmellik ve
sadelik, gerekse içerdiği üstün ilim ve hikmetle Kuran'ın bir insan sözü
olmadığını, ilahi bir Kitap olduğunu her vicdanlı kişi kabul eder. Bu vicdanlı
kişi iman edip saygı ve samimiyet ile yaklaştığı takdirde ise Kuran'ın hikmetli
manaları kendisine açılmaya başlar.
Kuran kendisine samimi, tevazulu bir kalple
yaklaşan kişi için bir hidayet rehberi olduğu gibi, art niyetle, düşmanca
yaklaşanlar için de bir sapma vesilesi olabilir. Etraftan duyduğu yanlış
bilgiler, çarpık yorumlar, dogmalar, yalanlar ve ön yargılar ile birlikte kendi
yanlış prensiplerini, dünya görüşünü ve yaşam felsefesini de ölçü alarak
Kuran'ı taraflı bir biçimde değerlendirmek isteyen bir kimse, elbette ki ne
Kuran'ı anlayabilir ne de ondan istifade edebilir. Tam aksine, Kuran böyle bir
kimsenin sapkınlığının ve şaşkınlığının artmasına vesile olur. Kuran'ı
anlayamadığı gibi, Kuran hakkında akılsız ve mantıksız itirazlar getirir,
çarpık ve saçma yorumlar yapar. "Oysa o (Kuran), zalimlere kayıplardan
başkasını artırmaz" (İsra Suresi, 82) ayetinde bildirildiği gibi
Kuran'dan ve imandan uzaklaşır.
Bu tür akılsız kimselerin çeşitli Kuran ayetleri
hakkında yaptıkları akılsızca yorumların ve bu ayetlerin gerçek anlam ve
yorumlarını örnekleriyle birlikte ileriki bölümlerde inceleyeceğiz.
Müteşabih ayetlerle muhkem ayetleri karıştırmak
Kuran'daki hükümler, iman edenler tarafından
rahatlıkla anlaşılabilecek ve uygulanabilecek biçimde açık ve sade bir üslupla
anlatılmıştır. Bunlara muhkem ayetler adı verilir. Muhkem ayetler, Kuran'da
bildirildiği üzere "Kitabın anası" yani temelidir. Muhkem
ayetler dışında Kuran'ın bir de müteşabih ayetleri vardır. Müteşabih ayetler,
çeşitli teşbih ve benzetmeli anlatımlar içeren ayetlerdir. Müteşabih ayetler,
Kuran hakkında bilgisi olmayan ya da art niyetli kişiler tarafından tamamen
çarpıtılıp, olmadık manalarda yorumlanabilir. Bu durum Kuran'da şöyle açıklanır:
Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan, Kitabın anası olan bir kısım ayetler
muhkem'dir; diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne
çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar.
Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise:
"Biz ona inandık, tümü Rabbimizin Katındandır" derler. Temiz akıl
sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez. (Al-i İmran Suresi, 7)
Müteşabih ayetlerin anlamları Allah Katındadır.
Tarih boyunca Kuran'daki müteşabih ayetleri çeşitli çarpık amaçları ve
beklentileri doğrultusunda yorumlayan sapkın kişiler, mezhep ve akımlar
çıkmıştır. Bunun fitne olduğu ve ancak kalplerinde kayma olan yani doğru yoldan
sapan, imandan çıkan kimselerin bu yola başvurdukları ayette bildirilmiştir. Ayrıca ayette, müteşabih ayetlerin yorumunu
ancak Allah'ın bildiği de belirtilmiştir. Allah dilediğine bu ayetlerin
yorumuyla ilgili ilmi verebilir. Ancak iman edenler kendilerine ilmi gelmeyen
müteşabih ayetlerin tümüne inanırlar, kalplerinde eğrilik olanların ve fitne
çıkaranların yaptıkları gibi ayetler hakkında sapkın yorumlar getirmeye
tevessül etmezler.
Bediüzzaman Said Nursi'nin müteşabih ayet ve hadislerle ilgili açıklamaları
Bediüzzaman Said Nursi, ayetlerdeki müteşabih
anlamları ağacın yerin altındaki görünmeyen köklerine benzetmekte ve bu
açıklamaların sonsuz hikmet sahibi olan Rabbimiz'in insanlara büyük bir lütfu
olduğunu söylemektedir:
Kuran'ın ayetlerinin içiçe girmiş daireler halinde
genişleyen manaları vardır. Bunlar birbirini kesen değil, merkezleri aynı olan
dairelerdir. Tıpkı durgun bir havuza atılan taşın etrafında gitgide genişleyen
halkaların oluşması gibi. Asıl merkezi mana sarih (açık) mana olup, diğerleri
genişleyen maksatlar durumundadır. Yahut onlar ağacın genişleyen halkaları
gibidirler. Ağaç ne kadar geniş gövdeli olursa o kadar kıymetli olur. Bir ağaca
dışarıdan baktığımızda onun gövdesini ve dallarını görürüz. Oysa derinde onun
kalın kökleri, daha ötede binlerce kılcalları vardır. Kuran ayetlerinin de
sathi (görünüşe göre), derinliği, kökleri ve kılcalları vardır. (Mektubat, 502)
Bediüzzaman'ın da dediği gibi Kuran'daki ve
hadislerdeki bu üstü kapalı anlatımlar çok farklı şekillerde açıklanabilir,
İslam alimleri tarafından yorumlanabilir. Bediüzzaman Said Nursi'nin en çok
önem verdiği konulardan birisi ayet ve hadislerdeki benzetmelerin insanlara
türlü şekillerde açıklanmasıdır. Risale-i Nur'larda hem ayetler detaylı olarak
tefsir edilir, hem de hadisler farklı şekillerde açıklanır. Hatta Said Nursi
tek bir hadisi bazen 15-20 farklı şekilde tefsir eder. Bediüzzaman'ın şu
sözleri müteşabih ilmi açısından önemlidir:
... Fakat hadisin Kuran gibi müteşâbihâtı (kapalı,
birçok anlama gelen anlatımlar içeren ifadeler) var, ancak havas (ileri
gelenler, seçkinler) onların manalarını bulabilir. (Mektubat, 513)
Müteşâbihât dahi ince ve müşkil (zor, çekin)
istiarelerin (eğretileme, bir kelimenin anlamını güçlendirmek için başka
anlamda kullanma) bir kısmıdır. Zira müteşâbihât, ince hakikatlere sûretlerdir
(varlığın görünen yönü). (İşaretü-l İcaz, 170)
Bediüzzaman Said Nursi bu sözleriyle Kuran
ayetlerinin ve hadislerin İslam alimleri tarafından farklı şekillerde
yorumlanmasının ne kadar önemli ve gerekli bir görev olduğuna dikkat
çekmektedir. Bediüzzaman Risale-i Nur'larda müteşabih ayet ve hadislerin
anlaşılması konusunda İslam alimlerine çok önemli görevler düştüğüne sık sık
dikkat çekmektedir. Bediüzzaman Mektubat'ta yer alan aşağıdaki sözünde, Kuran
ayetlerinin içiçe girmiş, katmanlı anlamları olduğunu söylemekte ve bu ifadelerin
İslam alimleri, müfessirler ve arif kimseler tarafından açıklanması gerektiğini
ifade etmektedir:
Kuran-ı Hakimin cümleleri birer manaya muhasır
(kuşatan, saran) değil. Belki nev’i beşerin umum tabakalarına (çeşitli insan
sınıflarının tümüne) hitap olduğu için her tabakaya karşı birer manayı tazammun
eden (kapsayan, içeren) bir külli (bütün) hükmündedir. Beyan olunan (açıklanan)
mânâlar, o küllî kaidenin cüz'iyatları (bir bütünün parçaları) hükmündedirler.
Her bir müfessir, her bir ârif, o küllîden bir cüz'ü zikrediyor. Ya keşfine, ya
deliline, veyahut meşrebine (feyz alınan yol) istinad edip (dayanıp), bir
mânâyı tercih ediyor... Bunlar umumen murad ve maksud (niyet edilen, istenen)
olabilir ve onun hakikî ve mecazî mânâlarıdır. (Mektubat, 315)
Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi kapalı anlamda
olan ayet ve hadisler İslam alimlerinin ve diğer ilim sahibi kişilerin
yorumuyla yeni bir hayat bulmakta, ancak her bir anlam bir bütünün parçaları
olarak kabul görmektedir.
Bediüzzaman Said Nursi bir sözünde Kuran
ayetlerinde geleceğe ve bilimsel gelişmelere dair birçok işaretler de
bulunduğunu söylüyor. Rabbimizin bu işaretleri kapalı şekilde verdiğini, ancak
İslam alimlerinin yorumlarıyla tam olarak açıklanabileceğini ifade ediyor:
Kuran'ın bu kabil ifadeleri kullanmasındaki
hikmeti anladım. Fakat insanları tevhide irşad gayesi güderken, kâinattaki
gerçeklere de işaret etmesi gerekmez miydi? Kuran ehl-i tahkiki (alimler)
hakikate ulaştırmak için, karine (işaret) ve emareler (belirtiler) koymuştur.
Meselâ dünyanın döndüğünü açıkça bildirmemekle beraber, başka âyetlerde küre
şeklinde olup, döndüğüne dair işaretler yerleştirmiştir.
... Elfaz-ı Kur'âniye (Kuran'ın sözleri) öyle bir
tarzda vazedilmiştir ki, her bir kelamın, her bir kelimenin, her bir harfin ve
hatta bazen bir sûkununun çok vücuhu (yüzü) bulunuyor. Her bir muhatabına ayrı
bir kapıdan hissesini verir. (Sözler, 355)
Bediüzzaman'ın da belirttiği gibi Kuran
ayetlerinde yer alan bilimsel mucizelerin büyük bir bölümü kapalı anlatımlarla
tarif edilmektedir. Bu mucizelerin yorumlanması ise İslam alimleri tarafından
yapılmakta, böylece ancak günümüzde ortaya çıkan birçok bilimsel gelişmenin
günümüzden 1400 yıl önce Kuran'da yer aldığı anlaşılmaktadır.
Elmalılı Hamdi Yazır'ın müteşabih ayet ve hadislerle
ilgili açıklamaları
Büyük İslam alimi ve müfessir Elmalılı Muhammed
Hamdi Yazır da yazılarında müteşabih ayetlerin yorumlanmaları üzerinde çok
fazla durmaktadır. Müteşabih ifadelerin ne kadar çok anlamlar içerdiğini, bir
konuyu anlatmada ne kadar önemli ve değerli olduklarını bir sözünde şöyle
anlatmaktadır:
Müteşabih, mühmel (bakılmamış) bir şey, anlamsız
bir söz değildir. Aksine çok sayıda manalar ihtiva ettiği (içerdiği) için asıl
maksadı ayırt etmemiz mümkün olmadığı için bazılarına mübhem (belirsiz) gelmektedir.
Müteşabih aslında, beyan nevilerinin (farklı açıklamaların) bir çoğunu kendinde
toplayan bir ifadedir. Hakiki ve mecazi mana, sarih ve kinaye, temsil (örnek)
ve tahkik (soruşturma), zahir ve hafı (gizli) gibi neviler bunlar
arasındadır... Bilindiği üzere bazen anlatımda ibham (belirsizlik), belagatın
en değerli tezahürlerinden (görünüşlerinden) sayılır. Her kişi, her söze
muhatab olamadığı gibi beşeriyet de umumiyetle, ilmi-i ilahinin külliyetini
(Allah'ın ilminin tamamını) anlamaya güç yetiremez. (M. Hamdi Yazır, Hak Dini
Kur'an Dili, İstanbul, 1935, 1,48)
Kuran'ı yorumlamayı bilmemek
Kuran insanlar için gereken her türlü bilgiyi
içinde barındıran mucizevi bir kitaptır. Bu da Kuran'daki sonsuz ilahi
hikmetten kaynaklanır. Belirli sayıdaki ayetlerin içine sınırsız bir ilim,
üstün bir hikmetle yerleştirilmiştir. Ayetler kendi içlerinde zahiri, batıni,
iç içe geçmiş ve katlanmış pek çok anlam içerdikleri gibi ayetlerin birbirleri
arasındaki bağlantılardan da sayısız anlamlar çıkar. Kimi zaman tek bir ayetin
açıklaması bile müstakil bir kitap konusu olabilir. Bu sebeple, Kuran'ı
yorumlamak için herşeyden önce Kuran'ın geneline hakim olmak şarttır.
Ayetleri doğru yorumlayabilmek, asıl manayı
anlayabilmek için, Kuran'ın geneline hakim olmanın yanı sıra, İslam alimlerinin
bu konuda izledikleri yolları da bilmek gereklidir. Bu yolların en
önemlilerinden biri, bir ayeti Kuran'da bulunduğu yere göre değerlendirmektir.
Kuran'da çoğu zaman bir ayetin anlamı o ayetin içinde geçtiği konu
bütünlüğünden anlaşılır. Ayetin gelişi ve devamındaki ayetler o ayetteki
anlamın net olarak anlaşılmasını sağlar. Bu durum İslami literatürde, ayetin
"siyak ve sibakı" yani "gelişi ve gidişi" olarak
adlandırılır. Bu nedenle, pek çok ayeti bulunduğu yerden ayırarak, başını
sonunu dikkate almadan, yalnızca içinde geçen kelimelere göre yorumlamaya
kalkmak çok yanlış anlamlar çıkmasına sebep olabilir.
Pek çok dönemde, bazen cehalet sonucu bazen de
maksatlı olarak, ayetlerin bu şekilde hatalı tefsir edilmesi, Kuran'ın yanlış
anlaşılmasına ve Kuran hakkında art niyetli çevreler tarafından çeşitli
iftiralar atılmasına yol açmıştır.
Bir diğer önemli yol da ayetlerde geçen
kelimelerin anlamlarını yine ayetleri esas alarak anlamaya çalışmaktır. Pek çok
kelime Kuran'da özel anlamlarda kullanılır. Kuran'ın belli bir yerinde
kullanılan bir tabirin hangi anlamda kullanıldığı çoğu zaman o tabirin Kuran'ın
başka bir yerinde kullanılma şeklinden anlaşılır. Kimi zaman bir kelimenin
birden fazla anlamı olabilir. Böyle bir kelimenin, yer aldığı ayette hangi
anlamda kullanıldığı, o kelimenin Kuran'ın başka yerlerinde hangi anlamda
kullanılmış olduğundan anlaşılır. Yoksa sözlüğü açıp Kuran'da gördüğü her
kelimeyi ilk manasıyla ele almak çok yanlış, hatta bazen tam tersi anlam ve
yorumlar çıkarmaya sebep olabilir. Bundan da anlaşıldığı gibi, Kuran kendi
kendini açıklayan bir kitaptır. Bir ayetin tefsiri, açıklaması bazen bir başka
ayetin veya birkaç ayetin anlamında saklı olabilir.
Ayetleri doğru yorumlamanın önemli şartlarından
biri de Kuran'ın ruhunu kavramış olmaktır. Kuran'ın ruhunu kavrayabilmek için
de Kuran'ın geneline hakim olmak gereklidir. Allah'ın sonsuz merhamet, şefkat
ve adaletinin Kuran'ın pek çok ayetindeki tecellisi (yansıması) görülüp
anlaşılmalı ve Kuran'ın geneli bu bakış açısına göre değerlendirilmelidir.
Son derece önemli olan bir konu da, Müslümanların
kendi yorum ve değerlendirmelerine göre Kuran'dan hüküm çıkarmamalarıdır. Salih
bir Müslüman bu konuda büyük İslam alimlerinin yorumlarına tabi olmalı, onların
ilmihallerde yaptıkları açıklamalara göre hareket etmelidir.
Kuran ilahi bir Kitap olduğu için elbette diğer
kitaplara benzemez ve onlarla kıyaslanamaz da. Kuran'ın kendine has özel bir
üslubu vardır. Kuran'ı -özelikle de Kuran'ın müteşabih ayetlerini- doğru ve
gereği gibi yorumlayabilmek için aynı zamanda Kuran'ın genel üslubunu, temel
ruhunu hakkıyla kavramış olmak gereklidir. Kuran'ın ruhuna uygun bir bakış
açısına sahip olmak Allah'ın Kuran'la bildirdiği çeşitli ilimleri gereği gibi
anlayabilmek için önemli bir şarttır.
Arapça bilmemek
Allah, Kuran'ı Arapça bir kitap olarak indirdiğini
bildirir. Elbette Türkçe ve diğer yabancı dillere yapılan çevirileri de
Kuran'ın ayetlerini anlamak, Allah'ı tanımak, imani esasları, ibadetlerin temel
hususlarını öğrenmek, öğüt alıp tefekkür etmek için gereklidir. Ancak bu
diller, hiçbir zaman Kuran'ın aslı ile birebir aynı olmaz. Kelime kelime
yapılan bir Kuran çevirisinde dahi pek çok eksiklik ve anlam kaybı olması
kaçınılmazdır. Çünkü Arapçadaki pek çok kelimenin, dilbilgisi açısından cümle yapısının
başka bir dile birebir çevirisini yapmak mümkün değildir. Dolayısıyla,
"meal" adı verilen Kuran tercümeleri orijinal ayetlerin tam
anlamlarını karşılayamaz ancak yakın ve genel bir anlam aktarılmasına yardımcı
olurlar.
Bu nedenlerden dolayı, Kuran'da yer alan pek çok
hikmetin anlaşılması ancak onun orjinal dilinde incelenmesiyle mümkündür.
Dolayısıyla Kuran'ın her ayetini, herhangi bir dildeki mealindeki karşılığına
bakarak yorumlamak her zaman isabetli sonuç vermeyeceği gibi, çarpık yorumlamalara
da sebep olabilir. Meallerde tek ya da yakın anlamları kullanılan kelimelerin
Arapçadaki orjinal ve farklı anlamlarını bilmemek, o ayeti gereği gibi
anlayamamaya ya da bütünüyle yanlış ve zıt anlamlar çıkarmaya yol açabilir.
Az önce de bahsettiğimiz gibi, Kuran'ın yabancı
bir dile tam anlamıyla her ayetinin birebir, kelime kelime çevrilmesi teknik
olarak mümkün değildir. Fakat ayetlerin açıklamaları, tefsirleri, yorumlamaları
elbette yabancı bir dilde olabilir ve bu açıklamalardan Kuran'ı anlamak, ayetlerin
yorumlarını öğrenmek mümkündür. Bunun için Müslümanların başvuracağı kaynak,
büyük İslam alimleri tarafından hazırlanmış olan mealler ve tefsirlerdir.
Arapça dünyanın en köklü ve zengin dillerinden
biridir. Çok üstün bir anlatım tekniği ve kelime dağarcığı vardır. Ancak bu
durumu çarpıtarak, Kuran'ı Araplara indirilmiş bir kitap, Arapları seçilmiş bir
kavim olarak göstermeye çalışmak da Kuran ahlakına aykırı bir yorum olacaktır.
Çünkü daha en başta Kuran'da, insanların üstünlüklerinin ancak Allah korkusu ve
Allah'a yakınlık yani takva ile ölçülebileceği, bunlardan başka hiçbir ölçünün
geçerliği olmadığı belirtilir. Ayrıca Kuran'ın "tüm alemlere bir zikir"
olarak indirildiği Sad Suresi'nin 87. ayetinde haber verilir. Bu tür yorumlar
çeşitli zamanlarda kendi akıllarınca Kuran'a ve İslam'a zarar vermek isteyenler
tarafından cahil kitleleri etkilemek amacıyla kullanılır. Elbette bu beyhude
bir çabadır. Ayrıca bu tür safsataların ne derece asılsız ve art niyetli
olduğunu anlamak için Kuran'ı okumak yeterlidir.
Allah Katından bir akıl ve anlayış verilmemesi
Kuran'ın anlaşılması için Allah Katından özel bir
akıl, anlayış ve kavrayış verilmiş olması gerektiği, Allah'ın Kuran ayetlerinde
bildirdiği bir gerçektir. Kuran'ın tümünü bilmek, doğru yorumlayabilmek ve Arapça
bilgisine sahip olmak Kuran'ı anlamada gereken özelliklerdir. Fakat tüm bu
özelliklere sahip olmakla birlikte Yüce Allah'ın anlayış vermemesi, kişinin
Kuran'dan hiçbir nasibi olmamasına neden olur. Bu nedenle yalnızca teknik
birtakım özelliklere sahip olmak Kuran'ı gereği gibi anlayıp yorumlamada
yeterli değildir. Tarih, görünürde pek çok ilmi vasfa sahip oldukları halde
Kuran'ı sapkın bir biçimde yorumlayıp dalalete düşenlerin örnekleriyle doludur.
Pek çok sapkın akımın ve mezhebin kurucuları bu tür alim gibi görünen fakat
Allah Katından bir akıl ve anlayış verilmemiş kimselerdir. Bunlar hem
kendilerinin hem de kendilerine tabi olan cahil ve akılsız kitlelerin İslam'dan
uzaklaşmalarına sebep olmuşlardır.
Nitekim Peygamberimiz (sav) zamanında, Kuran'ı anlayamayıp
inkar eden Mekke müşriklerinin durumu, Kuran'ı anlamak için yalnızca Arapça
bilmenin yeterli olmadığının da somut bir göstergesidir.
Allah Katından bir anlayış verilmesinin en önemli
şartlarından biri Allah korkusu ve samimiyettir. Heva ve hevese tabi olmak ise
bu anlayışın kazanılmasını engeller. Bu nedenle, Kuran'a olumsuz bir ruh
haliyle, Allah'ın beğenmediği bir niyet ve bakış açısıyla yaklaşılması Kuran'ı
yanlış anlamaya ve yorumlamaya yol açar. Heva ve hevesine uymak kişinin aklının
kapanmasına yol açacağı için, böyle bir kişinin Kuran'ın sırlarını,
inceliklerini, derinliklerini kavraması düşünülemez. Heva ve hevesine tabi olan
kişi akletme kabiliyetine sahip olmadığı için ayetleri kaba ve yüzeysel bir
bakış açısıyla yorumlar, Kuran'daki ilahi hikmetleri göremez.
Ayrıca hevasına uyan kişi Kuran'ı da kendi
nefsinin isteklerine ve çıkarlarına uygun biçimde yorumlamak isteyeceğinden,
ayetlerde Allah'ın bildirdiği anlamları görebilmesi mümkün olmaz. Hevasına uyan
kişinin aklını kullanamadığı ayetlerde şöyle bildirilmektedir:
Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona
karşı sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da
aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar
yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı) dırlar. (Furkan Suresi, 43-44)
Böyle kişiler Kuran'ı anlayamadıkları gibi, normal
akla sahip insanların kolaylıkla kavrayabilecekleri konuları dahi anlamakta
güçlük çekerler. Ayetlerle ayetler, ayetlerle olaylar arasındaki bağlantıları
kuramazlar. Sonuçta da kendi akılsızlıkları sebebiyle ayetleri kendilerince
çelişkili sanırlar. Akılları o derece kapanmıştır ki bu bakımdan hayvanlardan
dahi aşağı konuma gelirler.
Düşünmemek
Kuran'ı doğru anlamak ve yorumlamak için iyiden
iyiye düşünmek gerektiği Kuran'da bildirilmiştir. Sınırsız bir ilim hazinesi
olan Kuran'ı yüzeysel bir gözle, düşünmeden herhangi bir kitap gibi okumak
Kuran'dan gereği gibi istifade edilmesini önleyecektir. Yüce Allah Kuran'da
insanları sürekli olarak akıllarını kullanmaya, düşünmeye davet eder. Düşünmek,
aklını kullanmak, Kuran'ın anlamlarını, inceliklerini, sırlarını ve
hikmetlerini görmeye gayret etmek Kuran'ı hakkıyla anlayabilmek için
gereklidir. Allah Kuran'da, insana kendi nefsini, yaratılış amacını, dünyanın
gerçek mahiyetini, insanın etrafında olup biten olayların hikmetini ve bunun
gibi insanın kendisi ve çevresi ile ilgili pek çok konuyu açıklar. Dolayısıyla
insanın kendi nefsi, çevresi ve yaşadığı olayları Kuran ayetlerinin ışığında
değerlendirerek bu olaylardaki hikmetleri görerek ve bunlar hakkında derin
derin düşünerek Kuran'ı anlamaya çalışması gerekir. Ayetlerde Kuran'ın
düşünenler için açıklandığı bildirilmektedir:
Bu, Rabbinin dosdoğru yoludur. Öğüt alıp düşünmesini bilen bir topluluk için
ayetleri böyle birer birer açıkladık. (Enam Suresi, 126)
… Düşünen bir topluluk için Biz ayetleri böyle birer birer açıklarız.
(Yunus Suresi, 24)
Ayetler düşünen insanlar için açıklandığına göre,
düşünmeyen kimseler ayetlerdeki anlamı kavrayamazlar, dolayısıyla düşünmeyen
kimseler Kuran'ı anlayamazlar.
Gerçekte insanın kendi içinde ve kendi dışında
yaşadığı her olayda alması gereken pek çok ibret vardır. Allah Kuran'ı, insanın
bunları nasıl yorumlaması ve yorumladıktan sonra ne şekilde davranması gerektiğini
gösteren bir rehber olarak indirmiştir. Yani Kuran insanın yaşadığı her anı
açıklayan ve düzenleyen bir yol göstericidir. İnsanın her anını kuşatan ve
sonsuz ilim ve hikmet sahibi Allah'ın gönderdiği bu mübarek Kitabı gereği gibi
anlamak da elbette Kuran'ı Allah'ın şanına yakışır bir biçimde düşünerek ve
aklederek okumakla olur. Nitekim, "(Bu Kur'an) ayetlerini iyiden iyiye
düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz
mübarek bir kitaptır" (Sad Suresi, 29) ayetiyle de Kuran'ın ciddi bir
biçimde üzerinde düşünülmesi ve öğüt alınması gereken bir Kitap olduğu haber
verilmektedir. Kuran'ı gereği gibi düşünmenin önemi bir başka ayette de şöyle
vurgulanır:
Onlar, yine de o sözü (Kuran'ı) gereği gibi düşünmediler mi, yoksa onlara,
geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi? (Müminun Suresi, 68)
Kuran'ı alemlerin Rabbi olan Allah indirmiştir. Bu
nedenle sınırsız ve üstün bir ilim içerir. Kuran'daki ilim, Allah'ın
sıfatlarından yaratılışın hikmetlerine, insan ruhunun inceliklerinden dünyanın,
evrenin ve ahiretin gerçeklerine ve sırlarına kadar sayısız konuyu kapsar.
Dolayısıyla son derece sade ve özlü bir anlatım içinde yer alan bu bilgileri
kavramak da ancak derin bir düşünme, açık bir şuur, keskin bir dikkat, samimi
bir kalp ve temiz bir vicdan ile olur.
Kibir ve büyüklenme
Kişinin kibirli olması da Kuran'ı anlaması
karşısında çok büyük bir engeldir. Çünkü kibirli bir insan kendini herkesten
üstün gördüğü için, Kuran'a gereken tevazu ve kulluk bilinci içinde yaklaşamaz.
Kuran'da kendisine kulluğunu, acizliğini, sahip olduğu herşeyi ve her özelliği
Allah'ın verdiğini hatırlatan ayetleri görmeye tahammül edemez. Öğüt almaya,
Allah'ın emirlerine karşı boyun eğmeye, yasaklarına itaat etmeye, teslimiyetli
davranmaya yanaşamaz. Bunları kibirine ve gururuna yediremez. Tüm bunlardan
ötürü de Kuran'ı, kibir ve gurur üzerine kurulu şahsiyeti için bir engel olarak
görür. Onu yalanlayabilmek için var gücüyle mücadele eder, ayetler hakkında
alabildiğine tartışır durur. Büyüklenenlerin ayetleri anlayamayacakları
Kuran'da şöyle haber verilmiştir:
Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden engelleyeceğim.
Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu (rüşd yolunu) da
görseler, yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu, gördüklerinde ise onu yol
olarak benimserler. Bu, onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil
olmaları dolayısıyladır. (Araf Suresi, 146)
Kendisine Rabbinin ayetleri öğütle hatırlatıldığı zaman, sırt çeviren ve
ellerinin önden gönderdiklerini unutandan daha zalim kimdir? Biz gerçekten,
kalpleri üzerine onu kavrayıp anlamalarını engelleyen bir perde, kulaklarına
bir ağırlık koyduk. Sen onları hidayete çağırsan bile, onlar sonsuza kadar asla
hidayet bulamazlar. (Kehf Suresi, 57)
Kibirli bir insan, kendi aklını, kültürünü,
bilgisini herkesten üstün görür. Bu nedenle sahip olduğu akademik kariyer,
kültür, bilgi gibi özellikler, söz konusu kişinin Kuran'dan iyice uzaklaşmasına
sebep olur. Bilim adamı veya aydın bir insan olarak görünüp de Kuran hakkında
akılsızca iddialar ortaya atanların bu durumu da, kibirin, her kim olursa olsun
Kuran'ı anlamaktan alıkoyduğunu gösteren canlı bir örnektir. Bu tür kişilerin
durumu ayetlerde şöyle tarif edilmektedir:
Şüphesiz, kendilerine gelmiş bulunan hiçbir delil olmaksızın, Allah'ın
ayetleri konusunda mücadele edenlere gelince; onların göğüslerinde kendisine
ulaşamayacakları bir büyüklük (isteğin)den
başkası yoktur. Artık sen Allah'a sığın. Şüphesiz O hakkıyla işiten, hakkıyla
görendir. (Mümin Suresi, 56)
Kendisine Allah'ın ayetleri okunurken işitir, sonra müstekbirce (inatla
büyüklük taslayarak) sanki işitmemiş gibi ısrar eder. Artık sen onu acı bir
azabla müjdele. (Casiye Suresi, 8)
Tüm bu ayetlerden, Kuran'ı doğru anlayabilmek için
büyüklenmeyen, mütevazi, Allah'a karşı tam teslim olmuş, boyun eğen, Yüce Allah'ın sonsuz kudreti karşısında bir
"hiç" olduğunun bilincinde bir yapıya sahip olmak gerektiği
anlaşılmaktadır.
Kuran'ı, Kuran'a ve Sünnete uygun olmayan hurafe
ve bidatlarla yorumlamaya kalkmak
İnsanların düştüğü en büyük hatalardan biri,
kulaktan dolma, babadan dededen duyma, Kuran'da ve Peygamberimiz (sav)'in
sünnetinde hiç yeri olmayan, din adına uydurulmuş birtakım uydurma sözler,
bidatlar ve hurafelerle Kuran'ı yorumlamaya kalkmaktır. Bu tarz insanlar gerçekte
Kuran'a değil, batıl inanışlara uyarlar, Kuran'ı da bu çarpık inanışlarına,
kendi akıllarınca uydurmaya çalışırlar. Bu kimselerin çarpık mantıkları
Kuran'da şöyle tarif edilmiştir:
"Ne zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse,
onlar: "Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız derler. Ya
atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?"
(Bakara Suresi, 170)
Toplumun bazı kesimlerinde rastlanan bu yanlış
yorumlama, Kuran'da bildirilen ahlaktan tamamen farklı ve zıt bir ahlak ortaya
koyar. Kimi zaman İslam adına ortaya atılan bu modelin Peygamberimiz (sav)'in
uyguladığı, Kuran'da bildirilen din, ahlak anlayışı ve yaşam biçimiyle hiçbir
ilgisi yoktur.
Bu yapıdaki insanların yorumlarında Kuran'la
hiçbir biçimde bağdaşmayan, Peygamberimiz (sav)'in sünnetinde yeri olmayan,
Kuran'a tamamen aykırı fikirler, yorumlar, hükümler ve uygulamalar güya Kuran
kaynaklıymış gibi gösterilmeye çalışılır. Ancak bu asılsız iddialara hiçbir
mantıklı açıklama getirilemez. Yapılmaya çalışılan bazı zorlama izahların da ne
kadar mantıksız ve gülünç olduğunu akıl ve şuur sahibi olan herkes rahatlıkla
görür.
Bilgisizce yapılmış yorumlarla insanları
saptırmaya çalışan, Yüce Rabbimiz Allah'ın ayetlerini kavrama yeteneğinden uzak
insanların durumu Kuran'da şöyle haber verilmiştir:
İnsanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce Allah'ın yolundan saptırmak ve
onu bir eğlence konusu edinmek için sözün 'boş ve amaçsız olanını' satın
alırlar. İşte onlar için aşağılatıcı bir azab vardır. Ona ayetlerimiz
okunduğunda, sanki işitmiyormuş ve kulaklarında bir ağırlık varmış gibi,
büyüklük taslayarak (müstekbirce) sırtını çevirir. Artık sen ona acı bir azap
ile müjde ver. (Rum Suresi, 6-7)
Kuran'ın bilimsel ayetlerini kavrayamamak
Kuran'da pek çok bilimsel gerçeğe açık ya da
dolaylı olarak işaret edilir. Evrenin meydana gelişinden insanın yaratılış
aşamalarına, yağmurun oluşumundan kıtaların hareketine kadar birçok konudan
Kuran'da, Allah'ın yaratmasındaki üstünlüğün ve eşsizliğin örneği olarak
bahsedilir. Ancak Kuran elbette bir bilim kitabı değildir. Kuran'da çoğu zaman
açık ve net bir üslupla bahsedilen bilimsel konular zaman zaman da benzetmeler,
işaretler, örtülü anlatımlarla ele alınır. Bilimsel konular ve gelişmeleri
hakkında fazla bilgisi ve alt yapısı olmayan, ince bir kavrayıştan uzak bazı ön
yargılı kimseler ise bu tür ayetlerin hikmetini kavrayamadıklarından
kendilerince Kuran'a birtakım itirazlar getirirler.
Oysa bugün 21. yüzyıl insanı, Kuran'da dikkat
çekilen birçok bilimsel gerçeğin, en son teknolojinin gözlem, deney ve
verileriyle mucizevi bir biçimde doğrulandığına şahit olmuştur. Öyle ki
geçersizlikleri daha son iki asırda anlaşılan hurafeler yüzlerce yıldır bilim
dünyasına hakim iken, Kuran'da, 1400 yıl öncesinden günümüzde tespit edilmiş ve
kanıtlanmış bilimsel gerçeklere dikkat çekilmişti.
Büyük Patlama, evrenin genişlemesi, zamanın
göreceli oluşu, kıtaların hareket etmesi vs. gibi pek çok bilimsel konu, daha
Kuran'ın indirildiği 1400 yıl öncesinden haber verilmiştir. (Detaylı bilgi için
bkz. Kuran Mucizeleri, Harun Yahya) Bu bilimsel ayetlerin sırrı yüzyıllar boyu
bunları okuyan Müslümanlar için gizli kalmıştır. Fakat Müslümanlar Kuran'ın
Allah'tan gelen bir hak olduğuna hiçbir kuşkuya kapılmadan inandıkları için
henüz açıklamasını bilmedikleri bu ayetlerin de hak olduğuna ve pek çok sır ve
hikmet içerdiğine iman etmişlerdir. Yani aklını kullanan ve derin düşünme
yeteneğine sahip olan insanlar için her ayet, Allah'ın sonsuz ilminin bir
parçasıdır. Yalnızca henüz sırrı açılmamış, yorumu insanlara bildirilmemiştir.
Bu tür ayetler müminler için bir şevk ve heyecan kaynağı olur. Allah'ın sonsuz
ilmiyle herşeyi kuşatıp sardığını hissetmelerini sağlar.
Mevcut bilim ve teknoloji düzeyiyle henüz
açıklanmamış ayetleri itiraz konusu yapmak ise art niyetli kimselerin bir
özelliğidir. Kuran'da bu kişilerden şöyle söz edilir:
Nihayet geldikleri zaman, (Allah) der ki: "Siz benim ayetlerimi, bilgi
bakımından kavramadığınız halde yalanladınız mı? Yoksa ne yapıyordunuz?"
(Neml Suresi, 84)
Kuran'a ön yargı ile yaklaşan böyle bir kimsenin,
amacı zaten kendince Kuran'da çelişki aramak olduğundan, o anda aklının
ermediği, bilgisinin yetmediği herhangi bir ayeti, kendi düşük akıllarınca
Kuran'ın açmazı zanneder. Oysa Kuran'da, indirildiğinden beri yüzlerce yıldır
anlamı gizlenmiş ve ancak günümüzde anlaşılmış bilimsel ayetler olduğu gibi,
daha ileriki tarihlerde anlaşılacak, bugün henüz anlamı açığa çıkmamış bilimsel
ayetler de olabilir. Örneğin Kuran'da madde nakli ve koku nakli olabileceğine
işaret edilmektedir. Bugünün teknolojisiyle henüz mümkün olmasa da bu iki konu,
bilim-kurgunun gündeminde, geleceğin teknolojisi olarak çoktan yerini almıştır.
Bunlarla ilgili Kuran'daki ayetler şöyledir:
- Hz. Süleyman'ın yanındaki ilim sahibi bir şahsın
Sebe Melikesi Belkıs'ın tahtını yüzlerce kilometre uzaktaki sarayından bir anda
getirmesi:
(Süleyman:) "Ey önde gelenler, onlar bana teslim olmuşlar olarak
gelmeden önce, sizden kim onun tahtını bana getirebilir?" dedi.
Cinlerden ifrit: "Sen daha makamından kalkmadan, ben onu sana
getirebilirim, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce
sahibim." dedi.
Kendi yanında kitaptan ilmi olan biri dedi ki: "Ben, (gözünü açıp
kapamadan) onu sana getirebilirim." Derken (Süleyman) onu kendi yanında
durur vaziyette görünce dedi ki: "Bu Rabbimin fazlındandır, O'na
şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için
(bu olağanüstü olay gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için
şükretmiştir, kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (hiçbir şeye ve
kimseye ihtiyacı olmayan)dır, Kerim olandır. (Neml Suresi, 38-40)
- Hz. Yakup'un oğlu Hz. Yusuf'un kokusunu yine
kilometrelerce uzaktan duyması:
Kafile (Mısır'dan) ayrılmaya başladığı zaman, babaları dedi ki: "Eğer
beni bunamış saymıyorsanız, inanın Yusuf'un kokusunu (burnumda tüter)
buluyorum." (Yusuf Suresi, 94)
Kıyamete kadar geçerli olacak, tüm zamanları
kapsayan üstün bir ilmin saklı bulunduğu Kuran'ın bazı ayetlerinin işaret
ettiği manaları bugünün bilim düzeyiyle anlayamamak son derece doğaldır.
Günümüzün bilim ve teknolojisi henüz yeterli seviyeye gelmemiştir, bilim
geliştikçe Kuran ayetlerindeki bilimsel gerçeklere işaret eden "katlanmış
manalar" daha da iyi anlaşılmaktadır.
İçinde yaşadığı düzenin yanlış ölçülerine göre
Kuran'ı yorumlamak
Bir kısım insanlar da içinde yaşadıkları zaman ve
toplumun şartlarını kendilerine ölçü alır ve çoğunluğun kabul edip uyguladığı
kuralları mutlak doğrular sanarak Kuran'ı değerlendirmeye kalkarlar. Bu tür
kimseler Kuran'a itiraz getirmeye kalkışanların bilgi, anlayış ve kültürel
seviye bakımından en alt, ancak en kalabalık kesimini oluşturur.
Bunlara, her türlü meslek grubunda ve sosyal
çevrede rastlamak mümkündür. Fazla düşünmeyen, herhangi bir dünya görüşü
olmayan, gününü gün etmeye ya da hayatını kazanmaya çalışan geniş bir kesimi
oluştururlar. Küçük hesaplar, basit zevkler ve çıkarlar peşinde koştuklarından,
kendi düşük akıllarınca, Kuran'ı çıkar ve zevklerini engelleyecek, sözde
keyiflerini kaçıracak, sözde özgürlüklerini kısıtlayacak, basit yaşam ve
beklentilerini değiştirecek, alışılmış kurulu düzenlerini bozacak zannederler
ve ilkel mantıklarla Allah'ın ayetlerine karşı çıkmaya çalışırlar.
Bu kesimin mensupları Kuran ya da din hakkında,
genellikle kendileri düşünüp bulmadıkları fakat sağdan soldan duyup
benimsedikleri klasik akıl dışı kalıpları öne sürerler. Çoğunlukla, "21.
yüzyılda…", "bu devirde…", "uzay çağında…",
"batıda…" vs. gibi kalıplarla başlayan cümleler kurarak Kuran
hakkında akılsız ve cahilce yorumlar yaparlar.
Günümüzün hayat şartları ile Kuran'da bildirilen
yaşam modelinin uyuşmadığını öne sürerek Kuran'ın hükümleri hakkında gerçek
dışı çarpık yorumlar yaparlar. Örneğin, günlük yaşam temposuyla oruç tutmanın,
günümüz ekonomi anlayışıyla faizin haram olmasının, modern kadın-erkek
ilişkileri ile zinanın yasaklanmasının bağdaşmadığı gibi akıl ve mantık dışı
iddialar öne sürerek Kuran'ın hükümlerini kendilerince eleştirmeye kalkarlar.
Kuran'da belirtilen ibadetler, hükümler, yasaklar
hakkında cahilce ve yüzeysel mantıklar kullanırlar. Hikmetlerini anlamadıkları
hükümler, anlamlarını kavramadıkları ayetler hakkında akılsızca tartışmalar
açar ve hiçbir tutarlı mantık içermeyen iddialarını ısrarlı biçimde savunurlar.
"Hayatın gerçekleri" adını koydukları
toplum genelinin yaşam tarzı ve dünya görüşünü mutlak doğru kabul eder ve
bunları ölçü alarak kendilerince Kuran'da hata veya eksik aramaya kalkışırlar.
Oysa ölçü aldıkları bu kavramların ne bilimsel ne de mantıksal hiçbir değeri
yoktur. Mutlak doğrular, hayatın gerçekleri, asrın gerekleri zannettikleri
kavramlar, topluluk psikolojisiyle birbirlerini avuttukları, kendi kendilerini
kandırdıkları içi boş kuruntulardır.
Bütün gücünü çoğunluk olmaktan alan, çoğunluğa
uymakla doğru yolda olduğunu sanan bu bilinçsiz kesimin gerçekte ne kadar
sapkın bir yolda olduğu Kuran'da bize haber verilmektedir:
Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan
şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle
yalan söylerler.' (Enam Suresi, 116)
KURAN'I YANLIŞ YORUMLAMA
ÖRNEKLERİ
Cennette şarap içilmesiyle ilgili ayetleri yanlış
anlama
Bir kısım akılsızların Kuran'da, güya çelişki
olarak göstermeye çalıştıkları konulardan biri, şarabın dünyada haram kılındığı
halde neden cennette bir ikram olarak sunulduğudur. Konuyla ilgili ayet ise
şöyledir:
Takva sahiplerine va'dedilen cennetin misali (şudur): İçinde bozulmayan
sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenler için lezzet veren
şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır ve orda onlar için meyvelerin
her türlüsünden ve Rablerinden bir mağfiret vardır. Hiç (böyle mükafaatlanan
bir kişi), ateşin içinde ebedi olarak kalan ve bağırsaklarını 'parça parça
koparan' kaynar sudan içirilen kimseler gibi olur mu? (Muhammed Suresi, 15)
Daha önceki bölümlerde de bahsettiğimiz gibi, bu
tür bir anlayış eksikliği Kuran'ın geneline hakim olmamak, akledememek, art
niyetli ve ön yargılı bir bakışa sahip olmaktan kaynaklanmaktadır. Şimdi böyle
akılsızca bir iddianın niçin mantıksız ve geçersiz olduğunu birkaç yönden
inceleyelim:
Birincisi, cennette ikram edilen şarapla dünyadaki
şarabın farklı özelliklere sahip olduğunu aşağıdaki ayetlerden anlıyoruz:
Kaynağından (doldurulmuş) testiler, ibrikler ve kadehler ki bundan ne
başlarını bir ağrı tutar, ne de kendilerinden geçip akılları çelinir. (Vakıa
Suresi, 18-19)
Görüldüğü gibi, cennette sunulan içki dünyadaki
şarabın olumsuz etki ve özelliklerinden arındırılmış bir içki türüdür. Ayette
belirtildiği gibi ne baş ağrısı verir ne de aklı çeler. Yani keyif ve lezzet
verici olmasına rağmen sarhoş edici ve rahatsızlık verici bir niteliği yoktur.
Bu özelliklere sahip bir şarabın da cennet nimetlerinden bir nimet olmasında en
ufak bir çelişki yoktur.
Dünyadaki içki pek çok yönden Kuran'da kötülenmiş,
olumsuzlukları belirtilmiş zararlı bir içkidir. İçkinin zarar ve kötülüklerini
anlatan ayetlerden bazıları şöyledir:
Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın
işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bun(lar)dan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz.
Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi,
Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?
(Maide Suresi, 90-91)
Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: "Onlarda hem büyük günah, hem
insanlar için yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür."
(Bakara Suresi, 219)
Elbette ki bu dünyada haram kılınan içkinin
Kuran'da kınanmış kötü özelliklerinin cennetteki içkilerde bulunması
düşünülemez. Nitekim Allah bir başka ayetinde de cennet içkisini tarif ederken
bu içkinin dünyadaki içkinin kötü özelliklerine sahip olmadığını bir kez daha
vurgulamaktadır:
Kaynaktan (doldurulmuş) kadehlerle çevrelerinde dolaşılır. Bembeyaz;
içenlere lezzet (veren bir içki). Onda ne bir gaile vardır, ne de kendilerinden
geçip, akılları çelinir. (Saffat Suresi, 45-47)
Allah'ın bildirdiği bu konuyu kendince çelişkili
gören bir kimsenin anlayışından şüpheye düşülmesi kaçınılmazdır. Cehalet ve
sapkın bir amaçla Kuran'a yaklaşan bir kimsenin aklının bu derece kapanması, en
açık konuları dahi anlayamayacak bir acizliğe düşmesi de Kuran'ın
mucizelerindendir. Allah bir ayetinde akledemeyenlerin düştüğü bu durumu şöyle
tarif eder:
Allah'ın izni olmaksızın hiç kimse için iman etme (imkanı) yoktur. O, akıl
erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar. (Yunus Suresi, 100)
İkincisi, Kuran'ın Arapçasında, bildiğimiz şarap
ve her türlü alkollü içki anlamına gelen "hamr" sözcüğünün cennet
içkisi anlamında kullanıldığı tek ayet önceki sayfalarda yer verdiğimiz
Muhammed Suresi'nin 15. ayetidir. Bunun dışında, cennetteki içecekler için
kullanılan "şarap" kelimesi Arapçada herhangi bir içecek anlamına
gelir. Türkçede şarap kelimesi bildiğimiz alkollü içki için kullanılsa da
gerçekte Arapçada içmek anlamına gelen "şerebe" kökünden türemiştir
ve her türlü alkolsüz içecek için kullanılabilir. Buradan da cennet içkisinin
farklı bir içki olduğu anlaşılmaktadır. Yani Kuran'daki cennet ayetlerinde
geçen "şarap" kelimesinin Türkçede kullandığımız şarapla bir ilgisi
yoktur. Bu kelimenin geçtiği ve içecek anlamında kullanıldığı ayetlerden
bazıları şöyledir:
İçinde yaslanıp-dayanmışlardır; orda birçok meyve ve şarap istemektedirler.
(Sad Suresi, 51)
Onların üzerinde hafif ipek ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler
vardır. Gümüşten bileziklerle bezenmişlerdir. Rableri onlara tertemiz bir şarab
içirmiştir. (İnsan Suresi, 21)
Şarap konusuyla ilgili bir başka yanlış yorumlama
Nahl Suresi'nin 67. ayetinde Allah; "Hurmalıkların
ve üzümlüklerin meyvelerinden kurdukları çardaklarda hem sarhoşluk verici içki,
hem güzel bir rızık edinmektesiniz…" buyurmaktadır.
Akledemeyen bazı cahil kişiler burada kendilerince
şarabın övüldüğünü, haram olan bir şeyin övülmesinin de çelişkili olduğunu
söylerler. Herşeyden önce, dikkatli bakıldığında ayette şarabın övülmesi gibi
bir durum yoktur. Ayette övülen kısım hurmaların ve üzümlerin bizzat
kendilerinin güzel rızıklar olduklarıdır. Ayetin birinci bölümünde bahsedilen
ise insanların bunlardan elde ettikleri sarhoşluk verici içkidir ki zaten
Kuran'ın pek çok yerinde bu içkinin zararları sayılmış ve kötülenmiştir.
Ayetten şarap içmeye, sarhoş olmaya bir teşvik, bir övgü olduğunu çıkarmak da
ortada kasıtlı bir yaklaşım ya da önemli bir anlayış ve muhakeme bozukluğu
olduğunu göstermektedir.
Bu ayette önemli bir gerçeğe dikkat çekilmektedir:
Allah'ın rızık olarak verdiği bir nimet, istendiğinde olumlu ve faydalı bir
yönde değerlendirilebilir, istenildiğinde de suistimal edilerek zararlı işlerde
kullanılabilir. Yani aynı nimet, amaca göre güzellik ya da kötülük haline
getirilebilir, helal ya da haram yönde kullanılabilir. Burada da imtihan
dünyasının bu temel gerçeği üzüm ve şaraptaki tezat örneğiyle bildirilmektedir.
Allah'ın nimet olarak yarattığı üzüm, sağlık açısından ne kadar faydalı,
besleyici, lezzetli bir ürünse, bundan o derece zararlı, insan vücudu üzerinde
kalıcı ve olumsuz etkileri olan şarap da üretilebilir. Aynı gerçek mal, para,
güzellik, zeka, makam, mevki, güç, iktidar gibi pek çok nimet içinde
geçerlidir. Bu nimetler Allah'ın beğendiği hayırlı işlerde
değerlendirilebileceği gibi, Allah'ın razı olmadığı, zararlı, olumsuz amaçlar
için de kullanılabilir. Görüldüğü gibi, Allah aynı nimeti pek çok hikmet
dahilinde farklı yaratılışlara çevirebilir. Bu gerçeği de aynı üstün hikmetle
tek bir ayette bildirebilir. Düşünüp akleden kimseler de Allah'ın ayetlerindeki
hikmetleri görür ve anlarlar. Nitekim aynı ayetin devamındaki, "…
şüphesiz aklını kullanabilen bir topluluk için, gerçekten bunda bir ayet
vardır." (Nahl Suresi, 67) ifadesinde de buna dikkat çekilmektedir.
Kısacası, ayet açık bir şuur ve dikkatle
okunduğunda ortada herhangi bir çelişki olmadığı rahatlıkla görülür. Artık bu
derece açık konularda çelişki aranmaya çalışılması da inkar edenlerin Kuran
karşısında düştükleri çaresizliği göstermeye yeterlidir.
"Domuz eti bugünkü sağlık koşullarında
yenebilir" yanılgısı
Domuz etinin Kuran indirildiği dönemde yenmesinin
sağlığa zararlı pek çok yönleri olduğu gibi, bugün de yenmesinin sağlığa
zararlı olan çeşitli yönleri vardır. Bir kere domuz, her ne kadar temiz
çiftliklerde, bakımlı ortamlarda yetiştirilirse yetiştirilsin, kendi pisliğini
yiyen bir hayvandır. Gerek pislikle beslenmesi gerekse biyolojik yapısı
nedeniyle domuzun bünyesi diğer hayvanlara oranla çok fazla miktarlarda antikor
üretir. Yine domuzun vücudunda diğer hayvanlara ve insana oranla çok yüksek
dozda büyüme hormonu üretilir. Doğal olarak bu yüksek dozdaki antikorlar ve
büyüme hormonu dolaşım yoluyla domuzun kas dokusuna da geçerek birikir. Bunun
yanı sıra domuz eti çok yüksek oranlarda kolesterol ve lipid içerir. Bunların
sonucunda tüm bu aşırı düzeydeki antikorlar, hormonlar, kolesterol ve
lipidlerle yüklü olan domuz etinin insan sağlığı açısından önemli bir tehdit
olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır.
Bugün domuz etinin yoğun olarak tüketildiği ABD,
Almanya gibi ülkelerin nüfuslarının önemli bir bölümünü oluşturan normalin çok
ötesinde aşırı şişman kimselerin varlığı, artık alışılmış bir manzara olmuştur.
Domuz etine dayalı bir beslenme sonucunda aşırı büyüme hormonuna maruz kalan
insan bünyesi önce aşırı kilo toplamakta, sonra da vücudu deformasyonlara,
şekil bozukluklarına uğramaktadır.
Bunların dışında domuz etindeki sağlığa zararlı
maddelerden biri de "trişin" mikrobudur. İnsan vücuduna girdiğinde
doğrudan kalp kaslarına yerleşerek ölümcül tehlike oluşturan trişin mikrobuna
domuz etinde sıklıkla rastlanmaktadır. Günümüz teknolojisiyle trişinli
domuzları teknik olarak tespit etmek mümkünse de önceki asırlarda böyle bir
yöntem bilinmiyordu. Bu nedenle domuz eti yiyen herkes için trişin mikrobunu
kapma ve ölümle karşı karşıya kalma riski vardı.
Görüldüğü gibi tüm bu sebepler domuz etinin
Müslümanlara yasaklanmasının hikmetlerinden bazılarını göstermektedir. Her
koşulda sağlığa zararlı etkilerini sürdüren, denetimsiz üretiminde ise ölümcül
bile olabilen domuz etinin yenmesi yasaklanarak böyle bir tehlikeye karşı en
başından köklü ve keskin bir önlem alınmıştır.
Ne var ki burada çok önemli bir noktayı
hatırlatmakta fayda vardır. Bir şeyin haram kılınması için mutlaka sağlığa ya
da insanlığa zararlı olması gerekmez. Bu konu pek çok kimsenin dikkatinden
kaçan, art niyetlilerin de insanların bilgisizliklerinden faydalanarak bununla
akıllarını karıştırmayı denedikleri bir konudur. Yani, "bunun ne sakıncası
var da, şunun ne zararı var da Kuran yasaklıyor" şeklindeki, düşünüp
akledilmeden ortaya atılan cahilce iddialar gerçekte Kuran'ın hükümlerindeki
hikmet ve amaçtan habersiz olmaktan kaynaklanmaktadır. Akledemeyen kişiler
konuları dar ve sınırlı kalıplar içinde algılamaya çalıştıklarından, daha geniş
dairede yer alan hikmetleri ve bunların mantıklarını kavrayamazlar.
Allah çok daha farklı nedenlerle de herhangi bir
şeyi insanlara yasaklayabilir. İnsanları denemek için, Kendisi'nden gerçekten
korkan ve Kendisi'ne samimi olarak itaat edenlerin anlaşılması, sahtekarların
da ortaya çıkması için zararı olmayan bir şey de yasaklanabilir. Ceza ve ibret
kastıyla ya da nimetlerin kıymetinin hatırlanması ve şükre vesile olması için
de bir konuda yasak konabilir.
Allah Kuran'da, Allah'tan başkası adına kesilmiş hayvanı
yemeyi de haram kıldığını belirtmiştir:
O, size ölüyü (leşi)- kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilmiş
olan (hayvan)ı kesin olarak haram kıldı. Fakat kim kaçınılmaz olarak muhtaç
kalırsa, taşkınlık yapmamak ve haddi aşmamak şartıyla ona bir günah yoktur.
Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Bakara Suresi, 173)
Aynı otlakta büyüyen iki sığırdan biri Allah adına
kesilirse yenmesi helal, diğeri Allah'tan başkası adına kesilirse yenmesi haram
olur. Bu hükmün bir hikmeti de insanlar için bir deneme vesilesi olmasıdır.
Kuran'da önceki dönemlerde Yahudilere konulan,
"Cumartesi günü iş yapma yasağı"nın onların imtihanı için olduğu ise
şöyle bildirilmektedir:
Bir de onlara deniz kıyısındaki şehri(n uğradığı sonucu) sor. Hani onlar
Cumartesi (yasağını çiğneyerek) haddi aşmışlardı. 'Cumartesi günü iş yapma
yasağına uyduklarında', balıkları onlara açıktan akın akın geliyor, 'cumartesi
günü iş yapma yasağına uymadıklarında' ise, gelmiyorlardı. İşte Biz, fıska
sapmaları dolayısıyla onları böyle imtihan ediyorduk. (Araf Suresi, 163)
Oysa bir dönem Yahudilere yasaklanan Cumartesi
günü iş yapmak, Kuran'da Müslümanlara yasaklanmamıştır. Bu da, yasağın herhangi
bir toplumsal sakıncadan ya da özellikle o gün şehre akın eden balıkların
sağlığa zararından ötürü değil, deneme kastıyla konulduğunu göstermektedir.
Nitekim, söz konusu kavmin yasağı çiğneyerek imtihanı kaybettikleri de ayette
belirtilmiştir. Böyle bir yasakla o kavmin insanlarının imanlarındaki
samimiyetsizlik ve Allah'tan gereği gibi korkup sakınmadıkları ortaya çıkmış
oluyordu. Kuran'da müminler için konulan bir yasak da benzer bir hikmet, bir
deneme amacı taşımaktadır. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Ey iman edenler, Allah görünmezlikte (gaybte) Kendisi'nden kimin korktuğunu
ortaya çıkarmak için ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği avdan bir şeyle
andolsun sizi deneyecektir. Artık kim bundan sonra haddi aşarsa, onun için acı
bir azab vardır. Ey iman edenler, siz ihramlıyken avı öldürmeyin. Sizden kim
onu kasıtlı olarak (taammüden) öldürürse, cezası, hayvandan öldürdüğünün bir
benzeridir. Buna da, Kabe'ye ulaşmış bir kurbanlık olarak içinizden adalet
sahibi iki kişi hükmedecektir. Veya yoksulları doyurmak veya onun dengi oruç
tutmak olan bir keffaret vardır. Böylelikle işlediğinin vebalini tadmış olsun.
Allah geçmişte olanı bağışladı. Ama kim tekrarlarsa, Allah ondan öç alacaktır.
Allah üstün ve güçlü olandır, öç sahibidir. Deniz avı ve onu yemek size ve
(yeryüzünde) dolaşanlara bir yarar olarak helal kılındı. İhramlı olduğunuz
sürece kara avı ise size haram kılınmıştır. O'na (götürülüp) toplanacağınız
Allah'tan korkup-sakının. (Maide Suresi, 94-96)
Ayetlerde bu yasağın hikmeti açıkça
belirtilmiştir: "... görünmezlikte Kendisi'nden kimin korktuğunu ortaya
çıkarmak için..." Ellerin ve mızrakların bu ava rahatlıkla
erişebilmesi de bu imtihanın bir parçasıdır.
Allah'ın bildirdiği yasakların bir diğer hikmeti
de onların tavır ve davranışlarındaki bozukluk, sapkınlık nedeniyle
cezalandırılmaları ve tevbe edip doğru yola dönmelerinin sağlanmasıdır. Geçmiş
dönemlerde Yahudilere konulan bazı yasaklar da bunun bir örneğidir:
Yahudi olanlara her tırnaklı (hayvanı) haram kıldık. Sığırlardan ve
koyunlardan, sırtlarına veya bağırsaklarına yapışan veya kemiğe karışanlar
dışında iç yağlarını da onlara haram kıldık. 'Azgınlık ve hakka tecavüzde
bulunmaları' nedeniyle onları böyle cezalandırdık. Biz şüphesiz doğru
olanlarız. (Enam Suresi, 146)
Buraya kadar anlaşılacağı gibi Allah'ın haram
kıldığı şeylerin yasaklanmasında pek çok hikmet ve amaç bulunur. Bu hikmeti
yalnızca yasaklanan şeyin zararlı ya da sağlıksız olmasıyla kısıtlamak Kuran'ı
gereği gibi bilip anlamamaktan, düşünmemekten kaynaklanır.
Domuz etinin yasaklanmasının da birden fazla
hikmeti vardır. İçinde yaşadığımız asra değin domuz etinin insan sağlığını
doğrudan tehdit eden zararları olduğunda kuşku yoktur. Bugünkü tıbbi
cihazlarla, biyolojik testlerle somut biçimde ortaya konmuş bu zarara karşı,
daha kimsenin mikrop, bakteri, trişin, hormon, antikor gibi kavramlardan haberi
olmadığı 14. yüzyılda indirilen Kuran'da kesin önlem alınması da aynı zamanda
bu ilahi Kitabın mucizelerindendir. Bugün de domuz üretiminde alınan her türlü
önlem ve denetime rağmen, domuz etinin fizyolojik olarak insan vücuduna uygun
bir besin türü olmadığı, insan sağlığına kesin zararı olan bir et çeşidi olduğu
bilinmektedir. Buna rağmen üretiminin kolaylığı ve maliyetinin düşüklüğü
nedeniyle dünya çapında yaygın olarak tüketilmektedir. Aslında, dikkat
edildiğinde domuz üretiminin bu derece cazip olmasının, geçmişte Yahudilere
çalışma yasağı olan Cumartesi günü balıkların akın etmesinden farkı yoktur.
Yeryüzünde kuzu, koyun, tavuk, sığır eti, sayısız kuş çeşidi, av hayvanı ve
daha pek çok türde yenebilecek, son derece lezzetli hayvan eti varken Allah'ın
haram kıldığı domuz etine tamah etmenin maksatlı bir tutum olacağı açıktır.
Kuran'da belirtilen gerekçeler dışında her ne
suretle olursa olsun domuz etini yemek Kuran'ın geçerli olduğu kıyamete kadar
haramdır. Bundan 100 yıl sonra, bütünüyle zararsız bir hale getirilse dahi, domuz
eti yememek yine müminler için bir ibadet vesilesi olacaktır. O zaman da bunu
yiyip yememek yine inkar eden akılsızlar için bir fitne -deneme konusu-
olacaktır.
Kıssalardaki hikmetleri anlayamama
Allah Kuran'da çeşitli konuları örnek ve
benzetmelerle açıklar. Bu örnek ve benzetmeler de çoğunlukla önceden gelmiş
peygamberlerin veya elçilerin hayatlarından ya da Kuran'ın indirilmesinden önce
yaşanmış çeşitli olaylardan aktarılan bilgiler içinde geçer. Dolayısıyla
Kuran'da yer alan bu tür kıssalar insanlar için pek çok ibret, örnek, işaret ve
hikmetler taşırlar.
Bu İlahi hikmeti kavrayamayan kimselerin her
devirde Kuran hakkındaki cehaletlerini sergileyen sözlerini Allah Kuran'da
şöyle bildirir:
Ayetlerimiz onlara okunduğu zaman; "İşittik" dediler. "İstesek,
biz de bunun bir benzerini söyleyebiliriz. Bu, eskilerin efsanelerinden başkası
değildir." (Enfal Suresi, 31)
Onlara "Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "Eskilerin
masalları" dediler. (Nahl Suresi, 24)
Oysa akledemeyenlerin masal sandıkları kıssalar, müminlere
yol gösteren sayısız değerli bilgi ve örneklerle doludur. Allah her devirde
müminlerin başlarına gelebilecek her türlü olay ve şartı geçmiş peygamberler ve
kavimlerin yaşadıklarından çeşitli örnekler vererek açıklamaktadır. Bu kıssalar
sayısız İlahi hikmet içerirler; bunlardan birkaçını şöyle sayabiliriz:
- Allah'ın müminlerin ve inkar edenlerin üzerinde
işleyen ve dünya kurulduğundan beri değişmeyen kanunlarını göstermek;
- Müminlerin her devirde karşılaşabilecekleri
olaylar, imtihanlar, sıkıntılar karşısında ne yapacaklarını, nasıl
davranacaklarını, ne tür tepkiler vermeleri gerektiğini, nasıl bir ruh ve ahlak
yapısı sergileyeceklerini, Allah'a karşı nasıl bir tavır ve üslup içinde
olmaları gerektiğini tarif edip açıklamak. Her konuda müminlere yol göstermek.
- Müminlerin şevklerini artırmak.
- İnkar edenleri uyarıp doğru yola davet etmek ve
bu davete uymayanların hüsranla biten sonlarını hatırlatmak.
- Kıyamete kadar Kuran'a uyan müminleri dünyada ve
ahirette bekleyen güzel sonu müjdelemek.
Bu hikmetleri algılayacak akıl ve kavrayıştan
yoksun olan kişiler ise kendi düşük akıllarınca Kuran'ı bir hikaye kitabı gibi
görme yanılgısına kapılır, kıssalardaki hikmetlere erişemezler. Bu kişilerin
her türlü öğüt ve açıklamaya kapalı, sabit fikirli, algıları kitlenmiş kimseler
oldukları ayetlerde şöyle belirtilir:
Onlardan seni dinleyenler vardır; oysa Biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir
engel olarak) kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık
kıldık. Onlar, hangi 'apaçık-belgeyi' görseler, yine ona inanmazlar. Öyle ki, o
inkâr etmekte olanlar, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek:
"Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir"
derler. (Enam Suresi, 25)
Bu tür kişiler bu davranışlarıyla Kuran'a ya da
İslam'a bir zarar veremezler. Kendileri her ne kadar Kuran'a zarar vermek,
insanları din ahlakından saptırmak ya da alıkoymak isteseler de, gerçekte
yegane zararı farkında olmadan kendilerine verirler. Bu gerçek yukarıdaki
ayetin devamında şöyle bildirilir:
Onlar, hem ondan alıkoyarlar, hem kendileri kaçarlar. Onlar, yalnızca kendi
nefislerinden başkasını yıkıma uğratmazlar ama şuurunda değildirler. (Enam
Suresi, 26)
İçinde bulundukları yanılgının farkına
vardıklarında ise iş işten geçmiş, çok geç kalmışlardır, artık geri dönüş ve
telafi imkanı yoktur. Bu durum ayette şöyle haber verilmektedir:
Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: "Keşke
(dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık
ve mü'minlerden olsaydık." (Enam Suresi, 27)
Kuran'ı diğer İlahi kitapların benzeri sanma
yanılgısı
Kuran, Allah'ın tüm insanlara uyarıcı ve öğüt
verici olarak indirdiği, kıyamete kadar geçerli olan tek hak kitaptır.
Kuran'dan önce gönderilen kitaplar insanlar tarafından tahrif edilmiştir. Ancak
Kuran, Allah tarafından korunmuştur. Bu gerçek "Hiç şüphesiz, zikri
(Kuran'ı) Biz indirdik Biz; onun koruyucuları da gerçekten Biziz." (Hicr
Suresi, 9) ayetiyle haber verilmiştir.
Kuran hakkında akılsızların öne sürdükleri asılsız
iddiaların en yaygınlarından birisi de, mübarek Peygamberimiz Hz. Muhammed
(sav)'in, Kuran'ı Kitab-ı Mukaddes'ten (Tevrat ve İncil) esinlenerek yazdığı
yalanıdır. Bu, tamamen hayali ve hiçbir dayanağı olmayan iddiaya kendi düşük
akıllarınca Kuran ile Kitab-ı Mukaddes
arasındaki bazı benzerlikleri gösterirler.
Oysa benzerliklerin bulunması son derece doğal bir
durumdur. Çünkü hepsi (Tevrat ve İncil'in tahrif edilmiş bölümleri hariç) Yüce
Rabbimiz Allah'ın sözüdür. Allah'ın her dönemde indirdiği dinlerde, Allah'ın
varlığı, birliği, Allah'ın sıfatları, ahiret inancı, iman edenlerin, inkar
edenlerin, münafıkların özellikleri, geçmiş ümmetlerin durumu gibi temel
konular, öğütlenen ve sakındırılan hususlar, ahlaki ölçüler aynıdır. Bunların
bir kısmı, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta olduğu gibi, daha sonra bozulmaya
uğramıştır. Kuran'ın ve hadislerin ışığında değerlendirildiğinde, hangi
bölümlerin bozulmaya uğradığı hangi bölümlerin bozulmadan kaldığı kolaylıkla
anlaşılır. Dolayısıyla önceki kitaplarda bildirilen konularla Kuran'da anlatılanlar
arasında benzerlik ve paralellik bulunması hiç de yadırganacak bir durum
değildir. Allah ayetlerde şu şekilde bildirmektedir:
Ve hiç şüphesiz, o (Kuran), geçmişlerin kitaplarında da vardır.
İsrailoğulları bilginlerinin onu bilmesi onlar için bir delil (ayet) değil mi?
(Şuara Suresi, 196-197)
Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Andolsun, Biz sizden önce kitap
verilenlere ve sizlere: "Allah'tan korkup-sakının" diye tavsiye
ettik... (Nisa Suresi, 131)
Üstelik Rabbimiz Kuran'ın, gerçek Tevrat ve
İncil'i doğrulayıcı bir kitap olduğunu da bildirmektedir:
Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona 'bir
şahid-gözetleyici' olarak Kitab'ı (Kuran'ı) indirdik. Öyleyse aralarında
Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva (istek ve
tutku)larına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık.
(Maide Suresi, 48)
Kendinden önceki kitapları doğrulama özelliği
sadece Kuran'a değil, diğer hak kitaplara da verilmiştir. Hz. İsa'ya gönderilen
İncil de, kendisinden önce Hz. Musa'ya indirilen Tevrat'ı doğrulamaktadır. Bu
gerçek Kuran'da şöyle haber verilir:
Onların (peygamberleri) ardından yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak
Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona içinde hidayet ve nur bulunan, önündeki
Tevrat'ı doğrulayan ve muttakiler için yol gösterici ve öğüt olan İncil'i
verdik. (Maide Suresi, 46)
Bu, Allah'ın bir kanunudur ve bu kanun elbette ki
Kuran için de geçerlidir. Kuran'da, diğer İlahi dinlerin kitaplarında yer alan
ortak konuların bir kısmından bahsedilmiştir. Hac Suresi'nin 26. ve 27.
ayetlerinde Hac ibadetinin Hz. İbrahim'le başladığı, Enbiya Suresi'nin 72. ve
73. ayetlerinde namaz ve zekatın Peygamberimiz (sav)'in döneminden önce de farz
olduğu, Müminun Suresi 51. ayette diğer elçilere de salih amellerde
bulunmalarının emredildiği bildirilmiştir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Hani Biz İbrahim'e Evin (Kabe'nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman
(şöyle emretmiştik:) "Bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam
edenler, rükua ve sücuda varanlar için Evimi tertemiz tut." "İnsanlar
içinde haccı duyur; gerek yaya, gerekse uzak yollardan (derin vadilerden) gelen
yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler." (Hac Suresi, 26-27)
Ona İshak'ı armağan ettik, üstüne de Yakub'u; her birini salihler kıldık.
Ve onları, Kendi emrimizle hidayete yönelten önderler kıldık ve onlara hayrı
kapsayan-fiilleri, namaz kılmayı ve zekat vermeyi vahyettik. Onlar Bize ibadet
edenlerdi. (Enbiya Suresi, 72-73)
Ey elçiler, güzel ve temiz olan şeylerden yiyin ve salih amellerde bulunun;
çünkü gerçekten Ben yapmakta olduklarınızı biliyorum. (Mü'minun Suresi, 51)
Buraya kadar anlattıklarımızdan, niçin Kuran'la
önceki kitaplar arasında benzerliklerin bulunduğu ve bunun ne kadar doğal bir
durum olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu benzerliklerin
bulunması Kuran'ı Peygamber Efendimiz (sav)'in yazmadığını, tam tersine bütün
İlahi dinlerin kitaplarının Allah'ın sözü olduğunu kanıtlar. Bu da hem Kuran'da
bildirilen, hem de akıl ve mantığın tasdik ettiği bir gerçektir.
Allah, Kuran'ın Kendi Katından indirilmiş hak
kitap olduğunu ve bu gerçeği anlayamayan insanların durumunu ayetlerinde şöyle
haber vermiştir:
Bu Kuran, Allah'tan başkası tarafından yalan olarak uydurulmuş değildir.
Ancak bu, önündekileri doğrulayan ve kitabı ayrıntılı olarak açıklayandır.
Bunda hiç şüphe yoktur, alemlerin Rabbindendir. Yoksa: "Bunu kendisi yalan
olarak uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Bunun benzeri olan bir sure
getirin ve eğer gerçekten doğru sözlüyseniz Allah'tan başka çağırabildiklerinizi
çağırın." Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları ve kendilerine henüz yorumu
gelmemiş bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı.
Zulmedenlerin nasıl bir sonuca uğradıklarına bir bak. (Yunus Suresi, 37-39)
Ayrıca, bu iftirada bulunanların iddialarını tam
anlamıyla geçersiz kılan çok önemli bir gerçek daha vardır: Hz. Muhammed (sav)
ümmidir. Yani okuma yazması yoktur. Peygamberimiz (sav)'in ümmi oluşu onun
peygamberliğinin en büyük delillerindendir. Üstelik hayatında Tevrat'ı veya
İncil'i okumuş ya da araştırmış, onlar hakkında bilgi sahibi olmuş da değildir.
Peygamberimiz (sav)'in daha önce bu kitapları okumaması, yazmaması, bir
inceleme, hazırlık ya da çalışma yapmaması, kavminin de yakından şahit olduğu
bir gerçekti. Bu konuda hiç kimsenin bir şüphesi yoktu. Siret Ansiklopedisi'nde
bu gerçek şöyle anlatılmaktadır:
Hz. Muhammed (sav) bir ümmi idi; okuması, yazması
yoktu. Aralarında doğup büyüdüğü aile fertleri, yakınları ve Mekke'liler, bütün
hayatı boyunca ne bir kitaba el sürdüğünü, ne de elinin kalem tuttuğunu
görmüşlerdi. Durum böyle iken kendisine vahyolunan ilim deryası Kur'an, başlı
başına bir mucizedir. Zira bu kitapta geçmişteki bütün İlahi kitapların ana
konuları, geçmiş peygamberin kıssaları, dinler ve bunların getirdiği inançlar,
eski tarih, medeniyet ve kültür ile iktisat, siyaset ve ahlak konusundaki bilgi
hazineleri vardı. Halbuki, Hz. Muhammed (sav) bunlardan tamamıyla habersizdi.
Kendisinin, ümmi olmasına rağmen böyle bir Kitap'la iman etmeyenlerin karşısına
çıkması zaten peygamberliğinin en büyük deliliydi... (Siret Ansiklopedisi,
Hazırlayan: Afzalur Rahman- Londra Siret Vakfı Başkanı, s.162)
Kuran'da, inkarcılar için de çok açık ve bilinen
bir gerçek olan Peygamberimiz (sav)'in bu özelliği, onlara karşı bir kanıt
olarak belirtilmiştir:
Bundan önce sen hiç kitap okuyan değildin ve onu sağ elinle de yazmıyordun.
Böyle olsaydı, batılda olanlar kuşkuya kapılırlardı. (Ankebut Suresi, 48)
Ünlü tefsir ve İslam alimi Celaleyn ayeti şöyle
tefsir etmektedir:
Sen bundan, yani Kuran'dan önce kitap okur
değildin. Onu elinle de yazmadın öyle olsaydı, yani okur-yazar olsaydın, batılı
savunanlar, hakkında şüpheye kapılırlardı, şüphe ederlerdi. Ve, "Tevrat'ta
bize anlatılan Peygamber ümmi olup okuması ve yazması yoktur" derlerdi.
(Celaleyn Tefsiri Tercümesi, Tercüme İbrahim Serdar, Yusuf Şensoy, Fatih Enes
Yayınevi, İstanbul, 1997, 3. cilt, s.
1432-1433)
Kuran'daki bilimsel gerçeklerin eski
medeniyetlerin bilgilerinden derlendiği yanılgısı
Kuran'ı akılsızca değerlendirenler tarafından öne
sürülen bir diğer iddiaya daha değinmek gerekir. Kuran'da yer alan bilimsel
konulardaki haberlerin, dönemin bilim anlayışından yüzyıllarca ileride olduğunu
önceki bölümlerde de ifade etmiştik. Bu, başlı başına Kuran'ın çok büyük bir
mucizesidir. Bu gerçeği açıkça görmelerine rağmen inkarda ısrar edenler, bu
ilahi mucizeyi insanlardan saklama çabasıyla Peygamber Efendimiz (sav)'in,
Kuran'daki bilimsel bilgileri dönemin ileri medeniyetlerinin kaynaklarından
derlediğini öne sürerler.
Bu iddianın birçok yönden geçersiz olduğu açıktır.
Öncelikle, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in tüm hayatı boyunca böyle bir
araştırmaya girmediği herkesçe bilinmektedir. Bunun aksini iddia eden de
çıkmamıştır. Peygamber Efendimiz (sav)'in tarihteki gelişmiş uygarlıkların
lisanlarını bilmediği bellidir.
Öte yandan, o dönemde böyle bir araştırmanın içine
girmek isteyen herhangi bir kişi, büyük zorluklarla kaşılaşırdı. Şüphesiz ki 7.
yüzyıl Arabistanı'nda büyük kütüphaneler, yazılı basın, kitapçılar veya
internet ağı gibi bilgiye erişimi kolaylaştıran imkanlar mevcut değildi.
Bugünün şartlarında bile, örneğin eski Mısır'ın embriyoloji bilgisini
araştırmak isteyen bir insanın işi kolay değildir. Mısır uygarlığının kuruluşu
günümüzden yaklaşık 5000 yıl öncelerine dayanır. Eski zamanlardan bugüne ulaşan
yazılı kaynaklar kısıtlıdır, üstelik bunların hepsinin tercümeleri de mevcut
değildir. Tercüme edilebilenler ise, son derece özel bilgiler içerdiklerinden
her yerde bulunmazlar. Ayrıca bu tercümeleri kavrayabilmek ve yorumlayabilmek
için çok detaylı bir tarih bilgisine de vakıf olmak şarttır. Kısacası böyle bir
araştırma günümüz şartlarında bile son derece zordur.
Kaldı ki, eski medeniyetlerden miras kalan tüm
bilgilerin hepsinin doğru ve sağlıklı oldukları gibi bir durum da söz konusu
değildir. Aralarında pek çok yanlış bilgiler, batıl inanışlar, hurafeler de
bulunmaktadır. Eğer akılsızların iddia ettikleri gibi Kuran'ın bilimsel
ayetlerinin eski medeniyetlerin kültürlerinden derlenmesi gibi bir durum
olsaydı, elbette aralarında yanlış ya da tutarsız bilgilerin de bulunması
gerekirdi. Oysa, Kuran bu tür eksikliklerden münezzehtir. İçindeki bilimsel
ayetlerin hepsinin modern bilim tarafından yüzde yüz doğru oldukları ortaya
konmuştur. Bu açık gerçek, "Onlar hâlâ Kuran'ı iyice düşünmüyorlar mı?
Eğer o, Allah'tan başkasının Katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok
aykırılıklar (çelişkiler, ihtilaflar) bulacaklardı." (Nisa Suresi, 82)
ayetinde de bildirilmektedir.
Bu nedenle Kuran'daki bilimsel ayetlerin,
Peygamberimiz (sav) tarafından başka medeniyetlerin kaynaklarından alındığı
iddiası da, diğer iddialar gibi tamamen dayanaksızdır. Böyle insanların varlığı
ve onlara verilmesi gereken cevap Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
İnkar edenler dediler ki: "Bu (Kuran) olsa olsa ancak onun uydurduğu
bir yalandır, kendisi düzüp uydurmuş ve ona bir başka topluluk da yardımda
bulunmuştur." Böylelikle onlar, hiç şüphesiz haksızlık ve iftira ile
geldiler. Ve dediler ki: "Bu, geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir
başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır." De ki:
"Onu, göklerde ve yerde gizli olanı bilen (Allah) indirmiştir. Doğrusu O,
çok bağışlayandır, çok esirgeyendir." (Furkan Suresi, 4-6)
Kuran Araplara indirilmiştir yanılgısı
İnkarcıların, insanları Kuran'dan koparmak ve uzaklaştırmak
için öne sürdükleri hezeyanlardan biri de Kuran'ın sadece Araplar'a indirildiği
ve Kuran'a uymaktan sorumlu olanın yalnızca Araplar olduğu iddiasıdır. Ancak
Kuran'ı bir kez okumuş kimse bile böyle bir iddianın ne kadar saçma ve yersiz
olduğunu rahatlıkla fark edecektir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in tüm insanlığa
gönderilmiş kutlu bir peygamber olduğu ve Kuran hükümlerinden kıyamete kadar
tüm insanların sorumlu olduğu pek çok ayette bildirilmiştir. Bu ayetlerden
birkaçı üstteki iddianın anlamsızlığını göstermek için yeterlidir:
Biz seni ancak bütün insanlığa bir müjde verici ve uyarıcı olarak
gönderdik. Ancak insanların çoğu bilmiyorlar. (Sebe Suresi, 28)
De ki: Ey insanlar, ben Allah'ın sizin hepinize gönderdiği bir elçisi
(peygamberi)yim. Ki göklerin ve yerin mülkü yalnızca O'nundur. (A'raf Suresi,
158)
İnkarcılar, bilgisiz insanların kafalarını
karıştırmak ve fitne çıkarmak için uydurdukları bu iddiayı aşağıdaki Kuran
ayetine dayandırmaya çalışırlar:
Biz her elçiyi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara
apaçık anlatsın. Böylece Allah dilediğini şaşırtıp saptırır, dilediğini
hidayete erdirir. O üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (İbrahim
Suresi, 4)
Ayet çok açıktır. Elçinin gönderildiği toplum
hangi dili konuşuyorsa elçi de aynı dili konuşmaktadır. Bu tarih boyunca böyle
olmuştur. Ancak bu şekilde elçiler Allah'ın vahyini çevrelerindeki insanlara
eksiksiz ve kusursuzca aktarabilirler. Bu sebeple elçiye vahyedilen kitap da
elçinin ve kavminin dilinde gönderilmektedir. Bundan daha doğal bir şey olamaz.
Ancak inkarcılar her ne olursa olsun dine uymamak için bu tür bahaneler öne
sürerler. Onların bu ters mantıkları Kuran'da şöyle haber verilmiştir:
Eğer Biz onu Acemi (Arapça olmayan bir dilde) olan bir Kur'an kılsaydık,
herhalde derlerdi ki: "Onun ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arap olana,
Acemi (Arapça olmayan bir dil)mi?" De ki: "O, iman edenler için bir
hidayet ve bir şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır
ve o (Kuran), onlara karşı bir körlüktür. İşte onlara (sanki) uzak bir yerden
seslenilir." (Fussilet Suresi, 44)
Gönderilen bir peygamberin kavmiyle aynı dili
konuşması son derece doğaldır, ancak elbette ki bu durum başka kavimlere mensup
kimselerin Kuran'dan sorumlu olmadıklarını göstermez. Kuran'ın anlamı her
milletin kendi dilinde rahatlıkla tefsir edilebilir, açıklanabilir ve hükümleri
anlaşılabilir. Nitekim öyle de olmuştur. Bu durum din ahlakının öğrenilmesini
ve uygulanmasını engelleyen bir durum değildir.
Allah'ın Kendi Zatı için "Biz"
hitabınıkullanmasını yanlış yorumlama
Allah Kuran'ın birçok yerinde Kendi Zatı için
"Biz" tabirini kullanmaktadır. Buna örnek birkaç ayet şöyledir:
Andolsun, Biz Musa'ya kitabı verdik ve ardından peşpeşe elçiler gönderdik.
Meryem oğlu İsa'ya da apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs'le teyid
ettik. Demek, size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse,
büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu
öldürecek misiniz, öyle mi? (Bakara Suresi, 87)
Kendi nefsini aşağılık kılandan başka, İbrahim'in dininden kim yüz çevirir?
Andolsun, Biz onu dünyada seçtik, gerçekten ahirette de O salihlerdendir.
(Bakara Suresi, 130)
Akledemeyen bazı kimseler, Kuran'da Allah'ın Kendi
Zatı için kullandığı "Biz" hitabının çoğul anlamda kullanıldığını
sanarak, kendilerince bu sözcüğün kullanılmasının Allah'tan başka ilah
olmamasıyla çelişki gösterdiğini iddia ederler. Böylece kendilerince çok büyük
bir gerçeği tespit ettiklerini zannederler. Halbuki, son derece yüzeysel ve cahilce
bir yaklaşımdan kaynaklanan bu yanılgının açıklaması çok basittir.
Arapçada "biz" zamiri yalnızca çoğul
anlamı vermek için değil, büyüklük, heybet, azamet, yücelik, üstün makam ve
mevkiyi vurgulamak amacıyla tekil şahıslar için de kullanılır. Kuran'da Allah
için kullanılan "Biz" sözcüğü de bu anlamda kullanılmıştır.
"Biz" sözcüğünün Arapçadaki bu
kullanımındaki mantık, Türkçede ve diğer birçok yabancı dilde "siz"
sözcüğünün, çoğunluk belirtmek için değil, karşıdaki bir kişi için nezaket
maksadıyla kullanılmasına benzer bir mantıktır.
Allah'ın Kuran'da bildirdiği gerçek, Allah'tan
başka hiçbir ilahın olmadığı ve yalnızca O'na kulluk edilmesi gerektiğidir.
Kuran'ın pek çok ayetinde Allah'tan başka ilah olmadığı gerçeği defalarca
vurgulanır, bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Şüphesiz bu, gerçek bir olayın haberidir. Allah'tan başka ilah yoktur. Ve
şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Al-i İmran
Suresi, 62)
De ki: "Ben, yalnızca bir uyarıcıyım. Bir olan, kahreden Allah'tan başka
bir ilah yoktur." (Sad Suresi, 65)
Şu halde bil; gerçekten, Allah'tan başka ilah yoktur… (Muhammed Suresi, 19)
Dolayısıyla, Kuran'ın birçok yerinde Allah'ın Zatı
için kullanılan "Biz" sözcüğünün çoğul anlamda kullanılmadığı,
yüceltmek, saygınlık ve kudsiyet ifade etmek için kullanıldığı açıktır.
Gerçekte bu sözcüğün kullanılmasındaki hikmeti
anlamak için Arapçadaki bu özel kullanımı bilmeye dahi gerek yoktur. Biraz
akletme ve düşünme kabiliyeti olan herkes bu kelimenin seçilmesindeki inceliği
kolaylıkla görebilir. Bunu kendilerince bir açmaz, itiraz konusu olarak
görenlerin durumu, Kuran ayetleri hakkında tartışanların akıl, kavrayış ve zeka
seviyelerinin düşüklüğünü göstermesi açısından önemli bir örnektir.
Kuran'da verilen örnekleri anlayamama
Kuran, ancak akleden, düşünen, samimi insanların
anlamını kavrayabileceği bir kitaptır. Bu özelliklere sahip olmayan, yani
akledemeyen, düşünmeyi bilmeyen, art niyetli insanlar Kuran'ı bir türlü idrak
edemez, sırlarına, inceliklerine erişemezler. Allah'ın Kuran'da öğüt ve ders
alınması için verdiği örneklerde de aynı durum söz konusudur. Allah bir ayette
inkar edenlerin Kuran'da verilen örnekleri kavrayamadıklarını, hatta bu tür
örneklerin onlar için bir sapma vesilesi olduğunu bildirir:
Şüphesiz Allah, bir sivrisineği de, ondan üstün olanı da, örnek vermekten
çekinmez. Böylece iman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir gerçek
olduğunu bilirler; inkâr edenler ise, "Allah, bu örnekle neyi
amaçlamış?" derler. Bununla birçoğunu saptırır, birçoğunu da hidayete
erdirir. Ancak O, fasıklardan başkasını saptırmaz. (Bakara Suresi, 26)
İman eden bir kimse ayette konu olan sivrisinek
örneğinin, Yüce Allah'ın yaratmasındaki üstünlüğün bir kanıtı olarak
verildiğini hemen anlar. Bu bir santimetrelik küçücük böcek, Allah'ın kusursuz
ve eşsiz yaratışının bir örneğidir. En gelişmiş teknolojik cihazlardan,
bilgisayarlardan çok daha kompleks sistemlere, mekanizmalara ve yapılara
sahiptir. (Detaylı bilgi için bkz. Sivrisinek Mucizesi, Harun Yahya)
Yaratıldığından bu yana hiç değişmeden günümüze kadar gelmiştir. Allah, bu
mucizevi canlıyı Kuran'da Kendi yaratmasının üstünlüğüne örnek vermektedir.
Müminler de bu örnekten tek bir sivrisineğin dahi Allah'ın sonsuz ilmini ve
gücünü hissetmeye, düşünmeye açılan bir kapı olduğunu anlarlar. Etraflarındaki
her yaratığa aynı hikmet gözüyle bakmayı öğrenirler. İnkar eden akılsızlar ise
ayetin ifadesiyle, "Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?" diyerek
şaşırıp kalırlar.
Kuran'daki tekrarları anlayamama
Kuran'daki tekrarlar da akıl erdiremeyen kimselerin
hikmetini kavrayamadıkları konulardandır. Kuran'ın çeşitli yerlerinde aynı veya
benzer ayetlerin ya da konuların tekrarlandığı görülür. Farklı kıssalar,
misaller, öğütlerle birlikte, Allah'ın varlığı, birliği, tevekkül, teslimiyet,
dünya hayatının geçiciliği, Allah'ı zikretmenin önemi, şükür, infak gibi dinin
temel konularına sık sık değinilir. Kimi zaman, bu konularla ilgili bir ayetin,
kelimesi kelimesine aynen başka bir yerde geçtiği bile görülür.
Bunun birçok hikmeti vardır. Sık sık vurgulanması
gereken önemli konuların değişik vesilelerle tekrarlanması, hatırlatılması
insanların zihinlerinde, kalplerinde daha sağlam yer etmelerini, kalıcı etki
yapmalarını sağlar. Ayrıca bu hayati konuların birbirinden farklı örnekler,
kıssalar içinde tekrarlanması da konuların her yönüyle, çok boyutlu ve
derinliğine algılanmasına yardımcı olur.
Kuran'daki ayet tekrarlarının en belirginlerinden
birisi de Rahman Suresi'ndeki, "Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlayabilirsiniz?" ayetidir. Bu ayet, 78 ayetli surede, yaklaşık
bir veya iki ayet arayla tam 31 kere tekrarlanır. Allah'ın, cennetteki
güzellikleri sıralarken, bunun çok büyük bir lütuf ve nimet olduğunu insanların
hakkıyla idrak edebilmeleri, Allah'ın sonsuz ikramı karşısında kayıtsız
kalmayıp gereken şükrü ve tefekkürü yapabilmeleri açısından son derece hikmetli
bir tekrardır bu. Her tekrar kalpteki saygı dolu hayranlığı ve heybeti bir kat
daha pekiştirir. Böylece, samimi ve vicdanlı bir kimsenin kalbine verilmek
istenen his en mükemmel bir biçimde aktarılmış olur.
Kuran'ın üslubunu anlayamama
Kuran'daki her ayet Allah'ın sonsuz hikmetinin bir
tecellisi olduğu için içerdiği her konu, olabilecek en özlü ve en mükemmel
biçimde açıklanmıştır. Kimi yerde bir konu en ayrıntılı ve detaylı biçimde
açıklanmış, kimi yerde ise en anlaşılabilecek, kısa ve sade anlatım
kullanılmıştır. Örneğin bazı ayetlerde müminlerin, meleklerin ya da başka
üçüncü şahısların aktarılan sözleri veya duaları kimi zaman herhangi bir giriş
ifadesi kullanılmadan doğrudan verilir. İman edenler de bu sözlerin
aktarılmasındaki hikmeti görür ve anlarlar.
Ne var ki, Kuran'daki bu üslup bazı akledemeyen
kişilerin anlamakta güçlük çektikleri bir üsluptur. Kuran Allah'ın sözü
olduğuna göre onda başkalarının sözlerinin yer almasının kendilerince çelişkili
bir durum olduğunu düşünürler. Oysa bütün bu sözler müminler için bir ders,
örnek ve ibret niteliği taşır. Kuran'da yer alan bu ifadeleri haber veren
Allah'tır. Dolayısıyla hepsi Allah'ın sözüdür.
Örneğin, Kuran'ın ilk suresi olan Fatiha Suresi'nin
son dört ayeti müminlerin duasıdır. Ayetler şöyledir:
Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Senden yardım dileriz.
Bizi doğru yola ilet;
Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna,
Gazaba uğrayanların ve sapmışlarınkine değil. (Fatiha Suresi, 4-7)
Bu suretle, Allah müminlerin yapabilecekleri en
güzel dua şeklini doğrudan Kuran'ın başında haber vermiştir. Bu duanın başında,
"aşağıdaki gibi dua edin" şeklinde veya benzeri bir giriş açıklaması
yer almaz, çünkü durum son derece açıktır. Benzer bir başka örnek Bakara
Suresi'nin son ayetindeki müminlerin duasıdır. Müminler Allah'a şöyle dua
ettikleri ayette haber verilmektedir:
Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. Kazandığı lehine,
kazandırdıkları aleyhinedir. "Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya
yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bize, bizden öncekilere
yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz
şeyi bize taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge, Sen bizim
mevlamızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et." (Bakara Suresi,
286)
Akıl sahibi her insan bu ayetlerde Allah'ın
müminler için örnek bir dua şekli aktardığını rahatlıkla görür ve anlar, ona
göre de dua eder. Akledemeyen ise bu inceliği göremez ve rahatlıkla şeytanın telkinlerine
kapılır bir hale gelir.
Altı günde yaratılış konusu
Kuran'ın çeşitli yerlerinde evrenin 6 günde
yaratıldığı belirtilmektedir. Yalnızca bir yerde, yaratılışın çeşitli
aşamalarından bahsedilirken bu aşamalarla ilgili belirtilen müstakil sürelerin
toplamının 8 günü verdiği dikkat çeker. Bu ayetlerdeki çok açık bir mantığı
kavrayamayan akılsız kimseler Kuran'ın her yerinde yaratılışın 6 günde
olduğunun belirtilmesi ile buradaki ayetlerde bildirilen sürelerin toplamının 8
günü vermesinin güya bir çelişki olduğunu iddia ederler. Ayetler şöyledir:
De ki: "Gerçekten siz mi yeri iki günde yaratanı inkâr ediyor ve O'na
birtakım eşler kılıyorsunuz? O, alemlerin Rabbidir."
Orda (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar var etti, onda bereketler
yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere ordaki rızıkları dört günde
takdir etti.
Sonra, duman halinde olan göğe yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki:
"İsteyerek veya istemeyerek gelin." İkisi de: "İsteyerek (İtaat
ederek) geldik" dediler.
Böylece onları iki gün içinde yedi gök olarak tamamladı ve her bir göğe
emrini vahyetti. Biz dünya göğünü de kandillerle süsleyip-donattık ve bir
koruma (altına aldık). İşte bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)'ın
takdiridir. (Fussilet Suresi, 9-12)
Yukarıdaki ayetlerde bildirilen gün sayıları
birbiriyle toplanırsa 8 gün verir. Oysa Yunus Suresi'nin 3. ayetinde ve daha
başka ayetlerde yerin, göklerin ve ikisi arasındakilerin 6 günde yaratıldığı
belirtilmektedir. Bu durum, konuya hiç aklını yormadan, düşünmeden, dikkatini
vermeden yüzeysel bir biçimde yaklaşan bir kimse için anlaşılmaz görünebilir.
Zaten üstteki ayetler, kendi düşük akıllarınca Kuran'a, açık arama, çelişki
bulma amacıyla yaklaşan pek çok kişinin ilk sırada kullandığı ayetlerdendir.
Oysa, söz konusu ayetler dikkatli ve hikmetli bir
gözle okunduğunda ortada hiçbir çelişki olmadığı görülür. Ayetlerde verilen
sürelere dikkat edildiğinde şu gerçeği görürüz:
- Yeryüzünün yaratılmaya başlamasından, orada
rızıkların hazır hale gelmesine yani canlı yaşamına uygun ortamın oluşup,
bitkilerin ve hayvanların yaratılmasına kadar geçen zaman 4 gündür.
- Bu sürecin başlangıcı olan, yeryüzünün tüm
evrenle birlikte oluşmaya başlayıp ana şeklini alması, kısaca dünyanın
yaratılması ise bu dört günün ilk 2 gününü kapsar. Yani bu iki gün ilk dört
günden ayrı bir zaman zarfı değil, bir sonraki ayette belirtilen dört günün
içindeki ilk iki gündür.
- 11 ve 12. ayetlerde ise oluşmakta olan göğün 2
gün içinde düzenlenmesi anlatılır. Sonuçta tümü diğer ayetlerde bildirilen 6
güne tamamlanır.
Kısaca ayet, bütün evrenin toplam 6 günlük
yaratılış sürecinin içindeki, iç içe geçmiş evrelerin her birinin müstakil
sürelerini açıklamaktadır.
Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta
ayetlerde geçen "gün" kavramının bildiğimiz 24 saatlik bir gün
anlamında değil, farklı evreler, aşamalar anlamında kullanıldığıdır.
"Haman" ismi hakkındaki akıl dışı
spekülasyonlar
Kuran'da kendilerince tutarsızlık bulmaya
çalışanların öne sürdükleri iddialardan biri de, ayetlerde Firavun'un
adamlarından biri olarak geçen "Haman" hakkındadır.
Tevrat'ta Hz. Musa'nın hayatını anlatan bölümde,
Haman'ın adı hiç geçmez. Fakat Haman ismi İncil'de, Hz. Musa'dan yaklaşık 1100
sene sonra yaşamış ve Yahudilere zulmetmiş bir Babil kralının yardımcısı olarak
geçmektedir.
Kendi düşük akıllarınca Kuran'ı Peygamber
Efendimiz (sav)'in Tevrat ve İncil'den bakarak yazdığını iddia edenler,
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in bu kitaplarda anlatılan bazı konuları
Kuran'a yanlış aktardığı gibi bir safsatayı ortaya atarlar.
Oysa bu iddianın tümüyle dayanaksız olduğu Mısır
hiyeroglifinin bundan yaklaşık 200 yıl önce çözülüp, Eski Mısır yazıtlarında
"Haman" isminin bulunmasıyla ortaya çıkmıştır.
O zamana kadar Eski Mısır dilinde yazılmış
kitabeler ve yazılar okunamıyordu. Eski Mısır dili hiyeroglifti ve çağlar
boyunca bu dil varlığını sürdürdü. Fakat MS 2. ve MS 3. yüzyılda
Hıristiyanlığın yayılması ve kültürel etkisiyle Mısır, dinini olduğu gibi
dilini de unuttu, yazılarda hiyeroglif kullanımı azaldı ve sona erdi.
Hiyeroglif yazısının kullanıldığı bilinen en son tarih MS 394 yılına ait bir
kitabedir. Bundan sonra bu dil unutuldu ve bu dilde yazılmış yazıları
okuyabilen ve anlayabilen kimse kalmadı. Ta ki bundan yaklaşık iki yüzyıl
öncesine dek…
Eski Mısır hiyeroglifi 1799 yılında, Rosetta Stone
adı verilen MÖ 196 tarihine ait bir kitabenin bulunmasıyla çözüldü. Bu tabletin
özelliği üç farklı yazıyla yazılmış olmasıydı: Hiyeroglif, demotik
(hiyeroglifin el yazısı şekli) ve Yunanca. Yunanca metinin de yardımıyla
tabletteki Eski Mısır yazısı çözülmeye çalışıldı. Tabletin tüm çözümü,
Jean-Françoise Champollion adlı bir Fransız tarafından tamamlandı. Böylece
unutulan bir dil ve bu dilin anlattığı tarih aydınlanmış oldu. Bu sayede Eski
Mısır uygarlığı, onların dinleri ve sosyal yaşantıları hakkında birçok şey
öğrenildi.
Hiyeroglifin çözümüyle konumuzu da ilgilendiren
çok önemli bir bilgiye daha erişilmiş oldu: "Haman" ismi gerçekten de
Mısır yazıtlarında geçiyordu. Viyana'daki Hof Müzesi'nde bulunan bir anıt
üzerinde bu isimden söz ediliyordu. Aynı yazıtta Haman'ın Firavun'a olan
yakınlığı da vurgulanıyordu. (Walter Wreszinski, Aegyptische Inschriften aus
dem K.K. Hof Museum in Wien, 1906, J C Hinrichsche Buchhandlung)
Tüm yazıtlara dayanılarak hazırlanan, Yeni
Krallıktaki Kişiler sözlüğünde ise Haman'dan "Taş ocaklarında çalışanların
başı" olarak bahsedilmektedir. (Hermann Ranke, Die Ägyptischen
Personennamen, Verzeichnis der Namen, Verlag Von J J Augustin in Glückstadt,
Band I,1935, Band II, 1952)
Gerçekten de ortaya çıkan sonuç mucizevi bir
gerçeği ifade etmektedir. Haman Kuran'a karşı çıkanların aksine, Kuran'da
bildirildiği gibi Hz. Musa zamanında Mısır'da yaşayan bir kişidir ve Kuran'da
bahsedildiği gibi Firavun'a yakın ve inşaat işleriyle ilgilidir.
Nitekim Kuran'da, Firavun'un kule yapma işini
Haman'dan istemesini haber veren ayet de bu arkeolojik bulguyla tam bir uyum
içindedir:
Firavun dedi ki: "Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah
olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana
yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa'nın ilahına çıkarım çünkü gerçekten
ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum." (Kasas Suresi, 38)
Sonuçta, Eski Mısır yazıtlarında Haman'ın adının
bulunması Kuran aleyhinde birtakım akıl dışı iddialar getirenlerin bir
iddiasını daha boşa çıkarmakla beraber Kuran'ın gerçekten Allah Katından
olduğunu da bir kez daha ortaya koymaktadır. Zira Kuran Peygamberimiz (sav)'in
devrinde ulaşılması ve çözülmesi mümkün olmayan bir tarihi bilgiyi mucizevi
şekilde bize aktarmaktadır.
Nuh Tufanı hakkındaki akıl dışı spekülasyonlar
Kuran'da aktarılan Nuh Tufanı da inkar edenlerin
akıl erdiremedikleri ve dolayısıyla reddettikleri konular arasındadır. Nuh
Tufanı'nın varlığını inkar edenler, bu iddialarına delil olarak dünya çapında
bir tufanın gerçekleşmesinin teknik olarak imkansız olduğunu söylerler. Buradan
da yola çıkarak, böyle bir olayı doğrulayan Kuran'ın Allah sözü olamayacağını
iddia ederler.
Oysa bu iddia, Allah'ın indirdiği ve tahrif
edilmemiş tek kutsal kitap olan Kuran-ı Kerim için geçerli değildir. Çünkü Kuran'da
Tufan olayı, Tevrat'ta ve çeşitli kültürlerde geçen Tufan anlatımlarından çok
daha farklı bir biçimde haber verilmektedir.
Tahrif edilmiş olan Tevrat'ta bu tufanın evrensel
olduğu ve tüm dünyayı kapladığı söylenir. Oysa Kuran'da Tufan'ın evrensel olduğu
şeklinde bir ifade yoktur. Aksine ilgili ayetlerden Tufan'ın yöresel olduğu ve
tüm dünyanın değil, sadece Hz. Nuh'u yalanlayan kavmin cezalandırıldığı
anlaşılmaktadır.
Tıpkı Ad kavmine gönderilen Hz. Hud (Hud Suresi,
50) veya Semud kavmine gönderilen Hz. Salih (Hud Suresi, 61) ve diğer
peygamberler gibi Hz. Nuh da yalnızca kendi kavmine gönderilmiştir ve Tufan da
Hz. Nuh'un kavmini ortadan kaldırmıştır:
Andolsun, Biz Nuh'u kavmine gönderdik. (Onlara) 'Ben sizin için ancak
apaçık bir uyarıp korkutucuyum. Allah'-tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size
(gelecek olan) acıklı bir günün azabından korkarım' dedi. (Hud Suresi, 25-26)
Helak olanlar Hz. Nuh'un tebliğini hiçe sayan ve
isyanda direten kavimdir. Bu konudaki ayetler hiçbir tartışmaya meydan
vermeyecek kadar açıktır:
Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık,
ayetlerimizi yalan sayanları da suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi.
(A'raf Suresi, 64)
Böylece onu ve onunla birlikte olanları Katımızdan bir rahmet ile kurtardık.
Ayetlerimizi yalan sayarak inanmamış olanların da kökünü kuruttuk. (A'raf
Suresi, 72)
Görüldüğü gibi Kuran'da tüm dünyanın değil, sadece
Nuh kavminin helak edildiği bildirilmektedir. Ayetler bu kadar açıkken hala
Kuran'da Nuh Tufanı'nın evrensel olarak geçtiğini iddia etmenin cahil kesimleri
aldatmaya, onların aklını karıştırmaya çalışmaktan başka amacı yoktur.
Tahrif edilmiş Tevrat ve İncil'deki
mantıksızlıkların, hurafelerin hiçbirinin Kuran'da yer almaması, hatta bunların
düzeltilmiş gerçek hallerinin aktarılması da Kuran'ın bütünüyle Allah Katından
gönderilen bir kitap olduğunu bir kere daha kanıtlamaktadır.
Kuran'da Tufan olayından evrensel olarak
bahsedilmesi bir diğer açıdan da mümkün değildir: Çünkü Allah, herhangi bir
kavme elçi gönderilmedikçe, o kavmin helak edilmeyeceğini söylemektedir. Helak
için, kavmin kendisine uyarıcı-korkutucu gelmiş olması ve bu uyarıcının
yalanlanmış olması gerekmektedir. Allah Kasas Suresi'nde şöyle buyurmaktadır:
Senin Rabbin, 'ana yerleşim merkezlerine' onlara ayetlerimizi okuyan bir
elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve Biz, halkı zulmeden
şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz. (Kasas Suresi, 59)
Yine bir başka ayette de "Kim hidayete
ererse, kendi nefsi için hidayete erer; kim de saparsa kendi aleyhine sapar.
Hiçbir günahkar, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz, bir elçi
gönderinceye kadar (hiçbir topluma) azab edecek değiliz." (İsra
Suresi, 15) buyrulmaktadır.
Ayetlerden anlaşılacağı üzere kendisine uyarıcı
gönderilmeyen bir kavmin helak edilmesi, Allah'ın kanununa aykırıdır. Bir
uyarıcı olan Hz. Nuh ise sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Bu sebeple Allah,
uyarıcı gönderilmemiş olan kavimleri değil, sadece Hz. Nuh'un kavmini helak
etmiştir.
Tufan hakkındaki bir başka konu ise, suların
bölgedeki bütün yükseltileri, dağları kaplayacak kadar yükselip yükselmediği
konusundadır. Bilindiği gibi Kuran'da, geminin Tufan sonrası "Cudi"ye
oturduğu bildirilmektedir. "Cudi" kelimesi kimi zaman özel bir dağ
ismi olarak alınır, oysa kelime Arapçada "yüksekçe yer, tepe"
anlamına gelmektedir. Ayrıca
"cudi" kelimesinin bu anlamından, suların ancak belirli bir
yüksekliğe eriştiği, karayı bütünüyle kaplamadığı anlaşılmaktadır. Yani Tufan'ın
muharref Tevrat'ta ve diğer efsanelerde anlatıldığı gibi tüm yeryüzünü ve
yeryüzündeki tüm dağları yutmadığı, sadece belirli bir bölgeyi kaplamış
olduğunu Kuran'dan öğrenmekteyiz.
Ayrıca Tufan'ın gerçekleştiği düşünülen arkeolojik
bölgede yapılan kazılar da, Tufan'ın tüm dünyayı kaplayan evrensel bir olay değil,
Mezopotamya'nın bir bölümünü etkisi altına almış olan çok geniş bir afet
olduğunu göstermektedir. (Geniş bilgi için yazarın, "Kavimlerin
Helakı" isimli kitabına başvurulabilir.)
SONSÖZ
Bu
kitapta Kuran'ı anlayamamanın ve
yanlış anlamanın temel nedenlerini inceledik. İmandan uzak kimselerin
Kuran'daki çeşitli konularla ilgili öne sürdükleri akılsızca itirazlardan,
yaptıkları saçma yorumlardan bazı örnekleri ele aldık. Bundaki amacımız, bu
itirazların cevaplarını vermekle birlikte asıl olarak, imandan ve samimiyetten
uzak kimselerin nasıl en basit konuları dahi akledemeyecek, idrak edemeyecek
hale düştüklerini gözler önüne sermekti.
Şunu unutmamak gerekir ki, akılsız bir kimsenin
İslam ve Kuran hakkında içine düşeceği çelişkilerin, tutarsızlıkların sonu
yoktur. Çünkü Kuran, samimiyet ve onun getirdiği akıl ile anlaşılacak bir
üslupta indirilmiştir, yani Kuran'ı anlamada ölçü samimiyet ve akıldır. Bu
nedenle akıldan yoksun bir kimsenin Kuran hakkında getirdiği yorumların,
itirazların saçmalığına şaşırmak anlamsızdır.
Mümin karşısındakinden de kendisi gibi bir akıl ve
anlayış beklediğinden son derece akılsız ve mantıksız yorumlar karşısında doğal
olarak şaşırabilir. Fakat Allah Kuran’da bize iman etmeyenlerin akıl ve anlayış
konusunda bir nasipleri olmadığını bildirmiştir. Bu yüzden Kuran’a uygun olarak
bakıldığında iman etmeyenlerin akılsızca yorumları bir şaşkınlık konusu
olmaktan çıkar, bir ibret konusu, bir iman hakikati haline dönüşür.
Kuran Allah'ın hak Kitabıdır ve apaçık ortadadır.
Hiçbir hezeyanla, safsatayla Kuran üzerinde şüphe uyandırmak mümkün değildir.
İnkar edenler bu hezeyanlarla ancak kendilerini ve kendileri gibi olanları
kandırır, vicdanlarının sesini bastırmaya çalışırlar.
Mümin Kuran'ın hakikatlerini ve mucizelerini
insanlara anlatmakla mükelleftir. Hak ortaya konunca batıl zaten yok olmaya
mahkumdur. Kuran'da bu gerçek, "Hayır, Biz hakkı batılın üstüne
fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup
gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar
size." (Enbiya Suresi, 18) ayetiyle haber verilmektedir.
Nitekim batılın kaderi yok olmaktan başkası
değildir:
De ki: "Hak geldi, batıl yok oldu. Hiç şüphesiz batıl yok
olucudur." Kur'an'dan mü'minler için şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz.
Oysa o, zalimlere kayıplardan başkasını artırmaz. (İsra Suresi, 81-82)
DARWİNİZM'İN ÇÖKÜŞÜ
Darwinizm, yani evrim teorisi, Yaratılış gerçeğini
reddetmek amacıyla ortaya atılmış, ancak başarılı olamamış bilim dışı bir
safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız maddelerden tesadüfen
oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve canlılarda çok mucizevi bir
düzenbulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle ve evrimin hiçbir zaman
yaşanmadığını ortaya koyan 450 milyon fosilin bulunmasıyla çürümüştür. Böylece Allah'ın
tüm evreni ve canlıları yaratmış olduğu gerçeği, bilim tarafından da
kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini ayakta tutmak için dünya çapında
yürütülen propaganda, sadece bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına, taraflı
yorumlanmasına, bilim görüntüsü altında söylenen yalanlara ve yapılan
sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak bu propaganda gerçeği gizleyememektedir.
Evrim teorisinin bilim tarihindeki en büyük yanılgı olduğu, son 20-30 yıldır
bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile getirilmektedir. Özellikle
1980'lerden sonra yapılan araştırmalar, Darwinist iddiaların tamamen yanlış
olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok bilim adamı tarafından dile
getirilmiştir. Özellikle ABD'de, biyoloji, biyokimya, paleontoloji gibi farklı alanlardan
gelen çok sayıda bilim adamı, Darwinizm'in geçersizliğini görmekte, canlıların
kökenini Yaratılış gerçeğiyle açıklamaktadırlar.
Evrim teorisinin çöküşünü ve yaratılışın
delillerini diğer pek çok çalışmamızda bütün bilimsel detaylarıyla ele aldık ve
almaya devam ediyoruz. Ancak konuyu, taşıdığı büyük önem nedeniyle, burada da
özetlemekte yarar vardır.
Darwin'i Yıkan Zorluklar
Evrim teorisi, tarihi eski Yunan'a kadar uzanan
pagan bir öğreti olmakla birlikte, kapsamlı olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı.
Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli gelişme, Charles Darwin'in
1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya
üzerindeki farklı canlı türlerini Allah'ın ayrı ayrı yarattığı gerçeğine
kendince karşı çıkıyordu. Darwin'in yanılgılarına göre, tüm türler ortak bir
atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in teorisi, hiçbir somut bilimsel bulguya
dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi sadece bir "mantık
yürütme" idi. Hatta Darwin'in kitabındaki "Teorinin Zorlukları"
başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori pek çok önemli soru karşısında
açık veriyordu.
Darwin, teorisinin önündeki zorlukların gelişen
bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini
güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık belirtmişti. Ancak gelişen
bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer
dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in bilim karşısındaki yenilgisi, üç
temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya
çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü "evrim
mekanizmaları"nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu
gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin öngörülerinin
tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel başlığı ana hatları ile
inceleyeceğiz.
Aşılamayan İlk Basamak: Hayatın Kökeni
Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan
yaklaşık 3.8 milyar yıl önce dünyada hayali şekilde tesadüfen ortaya çıkan tek
bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir.Tek bir hücrenin nasıl olup da
milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir
evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı,
teorinin açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen
evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o "ilk
hücre" nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi, Yaratılış'ı cahilce reddettiği
için, o "ilk hücre"nin, hiçbir plan ve düzenleme olmadan, doğa
kanunları içinde kör tesadüflerin ürünü olarak meydana geldiğini iddia eder.
Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı bir hücre
çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına aykırı bir
iddiadır.
"Hayat Hayattan Gelir"
Darwin, kitabında hayatın kökeni konusundan hiç
söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim anlayışı, canlıların çok
basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ'dan beri inanılan
"spontane jenerasyon" adlı teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen
biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde
böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir
düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir
paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz beklendiğinde bu karışımdan
farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması da hayatın cansız maddelerden
türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra anlaşılacaktı ki,
etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar, sineklerin getirip
bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı.
Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı
dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim
dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl
sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı
kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda
vardığı sonucu şöyle özetlemişti:
"Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği
iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür." (Sidney Fox, Klaus Dose,
Molecular Evolution and The Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s.
2)
Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur'ün
bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin
karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği
iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.
20. Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar
20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan ilk
evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930'lu yıllarda
ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana
gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla
sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı:
"Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin
tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır." (Alexander I.
Oparin, Origin of Life, (1936) New York, Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196)
Oparin'in yolunu izleyen evrimciler, hayatın
kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin
en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında düzenlendi.
Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu iddia ettiği gazları bir deney
düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji ekleyerek, proteinlerin
yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit) sentezledi. O yıllarda
evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde
kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen
yıllarda ortaya çıkacaktı. ("New Evidence on Evolution of Early
Atmosphere and Life", Bulletin of the American Meteorological Society, c.
63, Kasım 1982, s. 1328-1330)
Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'in
kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti. (Stanley Miller, Molecular Evolution of
Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7)
Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20. yüzyıl
boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego
Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde
1998 yılında yayınlanan bir makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20.
yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı
karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı? (Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998,
s. 40)
Hayatın Kompleks Yapısı
Evrimcilerin hayatın kökeni konusunda bu denli
büyük bir açmaza girmelerinin başlıca nedeni, Darwinistlerin en basit
zannettikleri canlı yapıların bile olağanüstü derecede kompleks özelliklere
sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik
ürünlerden daha komplekstir. Öyle ki, bugün dünyanın en gelişmiş
laboratuvarlarında bile cansız maddeler biraraya getirilerek canlı bir hücre,
hatta hücreye ait tek bir protein bile üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar,
asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar fazladır. Ancak bunu detaylarıyla
açıklamaya bile gerek yoktur. Evrimciler daha hücre aşamasına gelmeden çıkmaza
girerler. Çünkü hücrenin yapı taşlarından biri olan proteinlerin tek bir
tanesinin dahi tesadüfen meydana gelmesi ihtimali matematiksel olarak
"0"dır.
Bunun nedenlerinden başlıcası bir proteinin oluşması için başka
proteinlerin varlığının gerekmesidir ki bu durum, bir proteinin tesadüfen
oluşma ihtimalini tamamen ortadan kaldırır. Dolayısıyla tek başına bu gerçek bile
evrimcilerin tesadüf iddiasını en baştan yok etmek için yeterlidir. Konunun
önemi açısından özetle açıklayacak olursak,
1. Enzimler olmadan protein sentezlenemez ve
enzimler de birer proteindir.
2. Tek bir
proteinin sentezlenmesi için 100’e yakın proteinin hazır bulunması
gerekmektedir. Dolayısıyla proteinlerin varlığı için proteinler gerekir.
3. Proteinleri
sentezleyen enzimleri DNA üretir. DNA olmadan protein sentezlenemez.
Dolayısıyla proteinlerin oluşabilmesi için DNA da gerekir.
4. Protein
sentezleme işleminde hücredeki tüm organellerin önemli görevleri vardır. Yani
proteinlerin oluşabilmesi için, eksiksiz ve tam işleyen bir hücrenin tüm
organelleri ile var olması gerekmektedir.
Hücrenin çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi
saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA'sının
içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa, 500'er sayfadan oluşan 900
ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA,
yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir.
Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir.
Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de
aynı anda var olmaları gerekir. Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu
senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San Diego California Üniversitesi'nden ünlü
evrimci Prof. Leslie Orgel, Scientific American dergisinin Ekim 1994 tarihli
sayısında bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin
ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal
olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan
diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal
yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda
kalmaktadır. (Leslie E. Orgel, The Origin of Life on Earth, Scientific
American, c. 271, Ekim 1994, s. 78)
Kuşkusuz eğer hayatın kör tesadüfler neticesinde
kendi kendine ortaya çıkması imkansız ise, bu durumda hayatın yaratıldığını
kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı Yaratılış'ı reddetmek olan evrim
teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.
Evrimin Hayali Mekanizmaları
Darwin'in teorisini geçersiz kılan ikinci büyük
nokta, teorinin "evrim mekanizmaları" olarak öne sürdüğü iki kavramın
da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış olmasıdır.
Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını tamamen "doğal seleksiyon"
mekanizmasına bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de
açıkça anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki
yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların hayatta
kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından tehdit
edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır.
Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama elbette bu
mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin
atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması hiçbir
evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve
Türlerin Kökeni adlı kitabında "Faydalı değişiklikler oluşmadığı
sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" demek zorunda kalmıştı.
(Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition,
Harvard University Press, 1964, s. 189)
Lamarck'ın Etkisi
Peki bu "faydalı değişiklikler" nasıl
oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim anlayışı içinde, bu soruyu
Lamarck'a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı. Darwin'den önce yaşamış olan
Fransız biyolog Lamarck'a göre, canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri
fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu
özellikler sonucunda yeni türler ortaya
çıkıyordu. Örneğin Lamarck'a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi,
yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları
uzamıştı.
Darwin de benzeri örnekler vermiş, örneğin
Türlerin Kökeni adlı kitabında, yiyecek bulmak için suya giren bazı ayıların
zamanla balinalara dönüştüğünü iddia etmişti. (Charles Darwin, The Origin of
Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s.
184)
Ama Mendel'in keşfettiği ve 20.yüzyılda gelişen
genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım kanunları, kazanılmış özelliklerin sonraki
nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak yıktı. Böylece doğal seleksiyon
"tek başına" ve dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma olarak
kalmış oluyordu.
Neo-Darwinizm ve Mutasyonlar
Darwinistler ise bu duruma bir çözüm bulabilmek
için 1930'ların sonlarında, "Modern Sentetik Teori"yi ya da daha
yaygın ismiyle neo-Darwinizm'i ortaya attılar. Neo-Darwinizm, doğal
seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi" olarak mutasyonları,
yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya da kopyalama hataları
sonucunda oluşan bozulmaları ekledi.
Bugün de hala bilimsel olarak geçersiz olduğunu
bilmelerine rağmen, Darwinistlerin savunduğu model neo-Darwinizm'dir. Teori,
yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün, bu canlıların, kulak, göz,
akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının "mutasyonlara",
yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia
etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar
canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara zarar verirler.
Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir
düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi bir tesadüfi etki ancak
zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük, rasgele ve zararlıdırlar. Çok
ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik,
mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten
yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir
değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek
rasgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar
verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri
geliştirmez, ona yıkım getirir. (B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The
Banner Of Truth Trust, 1988)
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı, yani genetik
bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı
olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin "evrim mekanizması"
olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları sadece tahrip eden, sakat
bırakan genetik olaylardır. (İnsanlarda mutasyonun en sık görülen etkisi de
kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma "evrim mekanizması"
olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin'in de kabul ettiği gibi, "tek başına
hiçbir şey yapamaz." Bu gerçek bizlere doğada hiçbir "evrim
mekanizması" olmadığını göstermektedir. Evrim mekanizması olmadığına göre
de, evrim denen hayali süreç yaşanmış olamaz.
Fosil Kayıtları: Ara Formlardan Eser Yok
Evrim teorisinin iddia ettiği senaryonun
yaşanmamış olduğunun en açık göstergesi ise fosil kayıtlarıdır.Evrim teorisinin
bilim dışı iddiasına göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden
var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu
şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl süren
uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci
içinde sayısız "ara türler"in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.
Örneğin geçmişte, balık özelliklerini taşımalarına
rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı
sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir
yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış
olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu
canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu
hayali varlıklara "ara-geçiş formu" adını verirler.
Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte
yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca
olması gerekir. Ve bu garip canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında
rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu şöyle
açıklamıştır:nu şöyle açıklamıştır:
Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan
sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış
olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir.
(Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition,
Harvard University Press, 1964, s. 179)
Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara formların
fosillerinin bir türlü bulunamadığının da farkındaydı. Bunun teorisi için büyük
bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden, Türlerin Kökeni kitabının "Teorinin
Zorlukları" (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş
gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden
bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli
yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak
kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve
her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş
bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri
sürülecek en büyük itiraz olacaktır. (Charles Darwin, The Origin of Species, s.
172, 280)
Darwin'in Yıkılan Umutları
Ancak 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın
dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yapıldığı halde bu ara geçiş
formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen
bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde
birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermiştir.
Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W.
Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak
incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı
gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan
gruplar görürüz. (Derek A. Ager, "The Nature of the Fossil Record",
Proceedings of the British Geological Association, c. 87, 1976, s. 133)
Yani fosil kayıtlarında, tüm canlı türleri,
aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz biçimleriyle aniden ortaya
çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin tam aksidir. Dahası, bu canlı
türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir canlı
türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve kusursuz
olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır. Bu gerçek,
ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların kökeni
hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır. Canlılar dünya üzerinde ya
tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da böyle
olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci sayesinde kendilerinden
önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar.
Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz
güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir. (Douglas J.
Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983. s. 197)
Fosiller ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz ve
mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Yani "türlerin
kökeni", Darwin'in sandığının aksine, evrim değil yaratılıştır.
İnsanın Evrimi Masalı
Evrim teorisini savunanların en çok gündeme
getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur. Bu konudaki Darwinist iddia,
insanın sözde maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5 milyon
yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, insan ile hayali ataları arasında
bazı "ara form"ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali
olan bu senaryoda dört temel "kategori" sayılır:
1- Australopithecus
2- Homo habilis
3- Homo erectus
4- Homo sapiens
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu
atalarına "güney maymunu" anlamına gelen "Australopithecus"
ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka
bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere
ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri üzerinde
yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların sadece soyu tükenmiş
bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik
taşımadıklarını göstermiştir. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New
York: Toplinger Publications, 1970, s. 75-94; Charles E. Oxnard, "The
Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt",
Nature, c. 258, s. 389)
Evrimciler insan evriminin bir sonraki safhasını
da, "homo" yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre homo
serisindeki canlılar, Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler,
bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması
oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında
evrimsel bir ilişki olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20.
yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst Mayr, "Homo
sapiens'e uzanan zincir gerçekte kayıptır" diyerek bunu kabul eder. (J.
Rennie, "Darwin's Current Bulldog: Ernst Mayr", Scientific American,
Aralık 1992)
Evrimciler "Australopithecus > Homo
habilis > Homo erectus > Homo sapiens" sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin,
bir sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son
bulguları, Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus'un dünya'nın farklı
bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir. (Alan Walker,
Science, c. 207, 1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1. baskı,
New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, c. 3,
Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272)
Dahası Homo erectus sınıflamasına ait insanların
bir bölümü çok modern zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis
ve Homo sapiens sapiens insan ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır. (Time,
Kasım 1996)
Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin ataları
oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard
Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci
olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç
farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu?
Açıktır ki, bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle
karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler. (S. J.
Gould, Natural History, c. 85, 1976, s. 30)
Kısacası, medyada ya da ders kitaplarında yer alan
hayali birtakım "yarı maymun, yarı insan" canlıların çizimleriyle,
yani sırf propaganda yoluyla ayakta tutulmaya çalışılan insanın evrimi
senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan ibarettir.
Bu konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle
Australopithecus fosilleri üzerinde 15 yıl araştırma yapan İngiltere'nin en
ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına
rağmen, ortada maymunsu canlılardan insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı
sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç bir "bilim
skalası" yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi dallarından, bilim
dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze oluşturmuştur.
Zuckerman'ın bu tablosuna göre en "bilimsel" -yani somut verilere
dayanan- bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji
bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en
"bilim dışı" sayılan kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati, altıncı
his gibi "duyum ötesi algılama" kavramları ve bir de "insanın
evrimi" vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:
Objektif gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik
bilim olarak varsayılan bu alanlara -yani duyum ötesi algılamaya ve insanın
fosil tarihinin yorumlanmasına- girdiğimizde, evrim teorisine inanan bir kimse
için herşeyin mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki teorilerine kesinlikle inanan bu
kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür.
(Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications,
1970, s. 19)
İşte insanın evrimi masalı da, teorilerine körü
körüne inanan birtakım insanların buldukları bazı fosilleri ön yargılı bir
biçimde yorumlamalarından ibarettir.
Darwin Formülü!
Şimdiye kadar ele aldığımız tüm teknik delillerin
yanında, isterseniz evrimcilerin nasıl saçma bir inanışa sahip olduklarını bir
de çocukların bile anlayabileceği kadar açık bir örnekle özetleyelim.
Evrim teorisi canlılığın tesadüfen oluştuğunu
iddia etmektedir. Dolayısıyla bu akıl dışı iddiaya göre cansız ve şuursuz
atomlar biraraya gelerek önce hücreyi oluşturmuşlardır ve sonrasında aynı
atomlar bir şekilde diğer canlıları ve insanı meydana getirmişlerdir. Şimdi
düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan karbon, fosfor, azot, potasyum gibi
elementleri biraraya getirdiğimizde bir yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi
işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir canlı oluşturamaz. İsterseniz bu
konuda bir "deney" tasarlayalım ve evrimcilerin aslında savundukları,
ama yüksek sesle dile getiremedikleri iddiayı onlar adına "Darwin Formülü"
adıyla inceleyelim:
Evrimciler, çok sayıda büyük varilin içine
canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon, oksijen, demir, magnezyum
gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal şartlarda bulunmayan
ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri malzemeleri de bu
varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri kadar amino asit,
istedikleri kadar da protein
doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları
istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın
önde gelen bilim adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan oğula, kuşaktan
kuşağa aktararak nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene sürekli
varillerin başında beklesinler. Bir canlının oluşması için hangi şartların var
olması gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun. Ancak, ne
yaparlarsa yapsınlar o varillerden kesinlikle bir canlı çıkartamazlar.
Zürafaları, aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları,
yunusları, gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri, muzları,
portakalları, elmaları, hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları,
incirleri, zeytinleri, üzümleri, şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk
renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar.
Değil burada birkaçını saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir
hücresini bile elde edemezler.
Kısacası, bilinçsiz atomlar biraraya gelerek
hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek bir hücreyi ikiye
bölüp, sonra art arda başka kararlar alıp, elektron mikroskobunu bulan, sonra
kendi hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen profesörleri oluşturamazlar. Madde,
ancak Allah'ın üstün yaratmasıyla hayat bulur.
Bunun aksini iddia eden evrim teorisi ise, akla
tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı iddialar üzerinde
biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği açıkça gösterir.
Göz ve Kulaktaki Teknoloji
Evrim teorisinin kesinlikle açıklama
getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve kulaktaki üstün algılama kalitesidir.
Gözle ilgili konuya geçmeden önce "Nasıl
görürüz?" sorusuna kısaca cevap verelim. Bir cisimden gelen ışınlar, gözde
retinaya ters olarak düşer. Bu ışınlar, buradaki hücreler tarafından elektrik
sinyallerine dönüştürülür ve beynin arka kısmındaki görme merkezi denilen
küçücük bir noktaya ulaşır. Bu elektrik sinyalleri bir dizi işlemden sonra
beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi
düşünelim:
Beyin ışığa kapalıdır. Yani beynin içi
kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere kadar giremez. Görüntü merkezi
denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki de hiç karşılaşmadığınız
kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl
bir dünyayı seyretmektesiniz.
Üstelik bu o kadar net ve kaliteli bir görüntüdür
ki 21. yüzyıl teknolojisi bile her türlü imkana rağmen bu netliği
sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba, kitabı tutan ellerinize
bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın. Şu anda gördüğünüz netlik ve kalitedeki bu görüntüyü
başka bir yerde gördünüz mü? Bu kadar net bir görüntüyü size dünyanın bir
numaralı televizyon şirketinin ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi
veremez. 100 yıldır binlerce mühendis bu netliğe ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun
için fabrikalar, dev tesisler kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve
tasarımlar geliştirilmektedir. Yine bir TV ekranına bakın, bir de şu anda
elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu
göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa
siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi izlemektesiniz.
Uzun yıllardır on binlerce mühendis üç boyutlu TV
yapmaya, gözün görme kalitesine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu bir
televizyon sistemi yapabildiler ama onu da gözlük takmadan üç boyutlu görmek
mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön
taraf ise kağıttan dekor gibi durur. Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve
kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada da, televizyonda da mutlaka görüntü
kaybı meydana gelir.
İşte evrimciler, bu kaliteli ve net görüntüyü
oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedirler. Şimdi biri
size, odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda oluştu, atomlar biraraya
geldi ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdi dese ne düşünürsünüz?
Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz atomlar nasıl yapsın?
Gözün gördüğünden daha ilkel olan bir görüntüyü
oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve gözün gördüğü görüntünün de
tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Aynı durum kulak için de geçerlidir. Dış
kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir;
orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak
da bu titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynen
görmede olduğu gibi duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki durum kulak için de geçerlidir, yani
beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar
gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir. Buna rağmen en net sesler
beyinde algılanır. Ses geçirmeyen beyninizde bir orkestranın senfonilerini
dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız. Ama o anda
hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse, burada keskin bir
sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Net bir görüntü elde edebilmek ümidiyle teknoloji
nasıl kullanılıyorsa, ses için de aynı çabalar onlarca yıldır sürdürülmektedir.
Ses kayıt cihazları, müzik setleri, birçok elektronik alet, sesi algılayan
müzik sistemleri bu çalışmalardan bazılarıdır. Ancak, tüm teknolojiye, bu
teknolojide çalışan binlerce mühendise ve uzmana rağmen kulağın oluşturduğu
netlik ve kalitede bir sese ulaşılamamıştır. En büyük müzik sistemi şirketinin
ürettiği en kaliteli müzik setini düşünün. Sesi kaydettiğinde mutlaka sesin bir
kısmı kaybolur veya az da olsa mutlaka parazit oluşur veya müzik setini
açtığınızda daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka duyarsınız. Ancak insan
vücudundaki teknolojinin ürünü olan sesler son derece net ve kusursuzdur. Bir
insan kulağı, hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi cızırtılı veya parazitli
algılamaz; ses ne ise tam ve net bir biçimde onu algılar. Bu durum, insan
yaratıldığı günden bu yana böyledir.
Şimdiye kadar insanoğlunun yaptığı hiçbir görüntü
ve ses cihazı, göz ve kulak kadar hassas ve başarılı birer algılayıcı
olamamıştır.
Ancak görme ve işitme olayında, tüm bunların
ötesinde, çok büyük bir gerçek daha vardır.
Beynin İçinde Gören ve Duyan Şuur Kime Aittir?
Beynin içinde, ışıl ışıl renkli bir dünyayı
seyreden, senfonileri, kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü koklayan kimdir?
İnsanın gözlerinden, kulaklarından, burnundan
gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak beyne gider. Biyoloji, fizyoloji veya
biyokimya kitaplarında bu görüntünün beyinde nasıl oluştuğuna dair birçok detay
okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki en önemli gerçeğe hiçbir yerde
rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik sinyallerini görüntü, ses, koku ve his
olarak algılayan kimdir? Beynin içinde göze, kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm
bunları algılayan bir şuur bulunmaktadır. Bu şuur kime aittir?
Elbette bu şuur beyni oluşturan sinirler, yağ
tabakası ve sinir hücrelerine ait değildir. İşte bu yüzden, herşeyin maddeden
ibaret olduğunu zanneden Darwinist-materyalistler bu sorulara hiçbir cevap
verememektedirler. Çünkü bu şuur, Allah'ın yaratmış olduğu ruhtur. Ruh,
görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların
da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz.
Bu açık ve ilmi gerçeği okuyan her insanın, beynin
içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu,
renkli, gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran Yüce Allah'ı düşünüp, O'ndan korkup,
O'na sığınması gerekir.
Materyalist Bir İnanç
Buraya kadar incelediklerimiz, evrim teorisinin
bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia olduğunu göstermektedir. Teorinin
hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime aykırıdır, öne sürdüğü evrim
mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi yoktur ve fosiller teorinin
gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını göstermektedir. Bu durumda, elbette,
evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce olarak bir kenara atılması gerekir.
Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren modeli gibi pek çok düşünce, bilimin
gündeminden çıkarılmıştır. Ama evrim teorisi ısrarla bilimin gündeminde
tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin eleştirilmesini "bilime
saldırı" olarak göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki neden?..
Bu durumun nedeni, evrim teorisinin bazı çevreler için,
kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir inanış oluşudur. Bu çevreler,
materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve Darwinizm'i de doğaya
getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için benimsemektedirler.
Bazen bunu açıkça itiraf da ederler. Harvard
Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda önde gelen bir evrimci
olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilim adamı" olduğunu
şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori'
(önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya
materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve
kuralları değil. Aksine, materyalizme olan 'a priori' bağlılığımız nedeniyle,
dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları
kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın
sahneye girmesine izin veremeyiz. (Richard Lewontin, "The Demon-Haunted
World", The New York Review of Books, 9 Ocak 1997, s. 28)
Bu sözler, Darwinizm'in, materyalist felsefeye
bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma,
maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu nedenle de cansız,
bilinçsiz maddenin, hayatı var ettiğine inanır. Milyonlarca farklı canlı
türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların, böceklerin,
ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi içindeki
etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin içinden
oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir
kabuldür. Ama Darwinistler kendilerince Allah'ın apaçık olan varlığını kabul
etmemek için, bu akıl ve bilim dışı kabulü cehaletle savunmaya devam
etmektedirler.
Canlıların kökenine materyalist bir ön yargı ile
bakmayan insanlar ise, şu açık gerçeği görürler: Tüm canlılar, üstün bir güç,
bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcının eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni
yoktan var eden, en kusursuz biçimde düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp
şekillendiren Allah'tır.
Evrim Teorisi Dünya TarihininEn Etkili Büyüsüdür
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, ön yargısız,
hiçbir ideolojinin etkisi altında kalmadan, sadece aklını ve mantığını kullanan
her insan, bilim ve medeniyetten uzak toplumların hurafelerini andıran evrim
teorisinin inanılması imkansız bir iddia olduğunu kolaylıkla anlayacaktır.
Yukarıda da belirtildiği gibi, evrim teorisine
inananlar, büyük bir varilin içine birçok atomu, molekülü, cansız maddeyi
dolduran ve bunların karışımından zaman içinde düşünen, akleden, buluşlar yapan
profesörlerin, üniversite öğrencilerinin, Einstein, Hubble gibi bilim
adamlarının, Frank Sinatra, Charlton Heston gibi sanatçıların, bunun yanı sıra
ceylanların, limon ağaçlarının, karanfillerin çıkacağına inanmaktadırlar.
Üstelik, bu saçma iddiaya inananlar bilim adamları, pofesörler, kültürlü,
eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim teorisi için "dünya tarihinin en
büyük ve en etkili büyüsü" ifadesini kullanmak yerinde olacaktır. Çünkü,
dünya tarihinde insanların bu derece aklını başından alan, akıl ve mantıkla
düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne sanki bir perde çekip çok açık
olan gerçekleri görmelerine engel olan bir başka inanç veya iddia daha yoktur.
Bu, Afrikalı bazı kabilelerin totemlere, Sebe
halkının Güneş'e tapmasından, Hz. İbrahim (as)'ın kavminin elleri ile
yaptıkları putlara, Hz. Musa (as)'ın kavminin içinden bazı insanların altından yaptıkları buzağıya tapmalarından
çok daha vahim ve akıl almaz bir körlüktür. Gerçekte bu durum, Allah'ın Kuran'da
işaret ettiği bir akılsızlıktır. Allah, bazı insanların anlayışlarının
kapanacağını ve gerçekleri görmekten aciz duruma düşeceklerini birçok ayetinde
bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Şüphesiz, inkar edenleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez;
inanmazlar. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin
üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azab onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7)
… Kalbleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla
görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta
daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
Allah Hicr Suresi'nde ise, bu insanların mucizeler
görseler bile inanmayacak kadar büyülendiklerini şöyle bildirmektedir:
Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de,
mutlaka: "Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz"
diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)
Bu kadar geniş bir kitlenin üzerinde bu büyünün
etkili olması, insanların gerçeklerden bu kadar uzak tutulmaları ve 150 yıldır
bu büyünün bozulmaması ise, kelimelerle anlatılamayacak kadar hayret verici bir
durumdur. Çünkü, bir veya birkaç insanın imkansız senaryolara, saçmalık ve
mantıksızlıklarla dolu iddialara inanmaları anlaşılabilir. Ancak dünyanın dört
bir yanındaki insanların, şuursuz ve cansız atomların ani bir kararla biraraya
gelip; olağanüstü bir organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz
bir sistemle işleyen evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip
olan Dünya gezegenini ve sayısız kompleks sistemle donatılmış canlıları meydana
getirdiğine inanmasının, "büyü"den başka bir açıklaması yoktur.
Nitekim, Allah Kuran'da, inkarcı felsefenin
savunucusu olan bazı kimselerin, yaptıkları büyülerle insanları etkilediklerini
Hz. Musa (as) ve Firavun arasında geçen bir olayla bizlere bildirmektedir. Hz.
Musa (as), Firavun'a hak dini anlattığında, Firavun Hz. Musa (as)'a, kendi
"bilgin büyücüleri" ile insanların toplandığı bir yerde
karşılaşmasını söyler. Hz. Musa (as), büyücülerle karşılaştığında, büyücülere
önce onların marifetlerini sergilemelerini emreder. Bu olayın anlatıldığı ayet
şöyledir:
(Musa:) "Siz atın" dedi. (Asalarını) atıverince, insanların
gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir
sihir getirmiş oldular. (Araf Suresi, 116)
Görüldüğü gibi Firavun'un büyücüleri yaptıkları
"aldatmacalar"la -Hz. Musa (as) ve ona inananlar dışında- insanların
hepsini büyüleyebilmişlerdir. Ancak, onların attıklarına karşılık Hz. Musa
(as)'ın ortaya koyduğu delil, onların bu büyüsünü, ayette bildirildiği
gibi "uydurduklarını yutmuş"
yani etkisiz kılmıştır:
Biz de Musa'ya: "Asanı fırlatıver" diye vahyettik. (O da
fırlatıverince) bir de baktılar ki, o bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp
yutuyor. Böylece hak yerini buldu, onların bütün yapmakta oldukları geçersiz
kaldı. Orada yenilmiş oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler.
(Araf Suresi, 117-119)
Ayetlerde de bildirildiği gibi, daha önce
insanları büyüleyerek etkileyen bu kişilerin yaptıklarının bir sahtekarlık
olduğunun anlaşılması ile, söz konusu insanlar küçük düşmüşlerdir. Günümüzde de
bir büyünün etkisiyle, bilimsellik kılıfı altında son derece saçma iddialara
inanan ve bunları savunmaya hayatlarını adayanlar, eğer bu iddialardan
vazgeçmezlerse gerçekler tam anlamıyla açığa çıktığında ve "büyü
bozulduğunda" küçük duruma düşeceklerdir. Nitekim, yaklaşık 60 yaşına
kadar evrimi savunan ve ateist bir felsefeci olan, ancak daha sonra gerçekleri
gören Malcolm Muggeridge evrim teorisinin yakın gelecekte düşeceği durumu şöyle
açıklamaktadır:
Ben kendim, evrim teorisinin, özellikle
uygulandığı alanlarda, geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük espri
malzemelerinden biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşak, bu kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir
saflıkla kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır. (Malcolm Muggeridge, The
End of Christendom, Grand Rapids: Eerdmans, 1980, s.43)
Bu gelecek, uzakta değildir aksine çok yakın bir
gelecekte insanlar "tesadüfler"in ilah olamayacaklarını anlayacaklar
ve evrim teorisi dünya tarihinin en büyük aldatmacası ve en şiddetli büyüsü
olarak tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü, büyük bir hızla dünyanın dört bir
yanında insanların üzerinden kalkmaya başlamıştır. Artık evrim aldatmacasının
sırrını öğrenen birçok insan, bu aldatmacaya nasıl kandığını hayret ve
şaşkınlıkla düşünmektedir.
... Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka
bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi
olansın. (Bakara Suresi, 32)
ARKA KAPAK
Bu kitapta, imandan uzak, akledemeyen kişilerin,
Kuran'ı yanlşş yorumlamalarının nedenleri ele alınmakta, ayetler hakkında
yaptıkları akılsızca yorumlardan ve itirazlardan çeşitli örnekler incelenmekte
ve cevapları verilmektedir. Bundaki amaç, bu itirazların cevaplarını vermekle
birlikte asıl olarak, imandan ve samimiyetten uzak kimselerin nasıl en açık
konuları dahi akledemeyecek, idrak edemeyecek hale düştüklerini gözler önüne
sermektir.
Kuran'ı anlamada ölçü samimiyet ve akıldır. Bu
güzel özelliklerden yoksun bir kimsenin Kuran hakkında getirdiği yorumların,
itirazların mantıksızlığına şaşırmak anlamsızdır. Çünkü Allah Kuran'da bize
iman etmeyenlerin akıl ve anlayışları olmadığını bildirmiştir. Bu yüzden Kuran
ayetleri ışığında bakıldığında iman etmeyenlerin akılsızca yorumları bir şaşkınlık
konusu olmaktan çıkar, bir ibret konusu haline dönüşür.
Mümin Kuran'ın hakikatlerini ve mucizelerini
insanlara anlatmakla iyiliği emredip kötülükten sakındırmakla ve bunu, güzel ve
hikmetli sözle yapmakla mükelleftir. Hak ortaya konunca batıl zaten yok olmaya
mahkumdur.
Allah bu gerçeği "Hayır,
Biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de
bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden
dolayı eyvahlar size." (Enbiya Suresi, 18)
ayetiyle haber vermektedir.
YAZAR HAKKINDA: Harun Yahya müstear ismini kullanan Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da
doğdu. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok
eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını,
iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık
bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri bulunmaktadır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın
tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı, birliği ve
ahiret gibi temel imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarcı
sistemlerin çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne sermektir.
Nitekim yazarın, bugüne kadar 73 ayrı dile çevrilen 300’den fazla eseri, dünya
çapında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Harun Yahya Külliyatı, -Allah'ın izniyle- 21.
yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve
adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.